Hürriyet Gazetesi’nin marketi, Sarayburnu köprü derken “su yatağında” biten hikaye. Şiir denemesi.. Orhan Can’dan “O günlerin geri gelmeyeceğini bilerek..”

Hürriyet Gazetesi’nin marketi, Sarayburnu, Boğaziçi Köprüsü derken “su yatağında” biten hikaye…
Bir şiir denemesi.. Orhan Can’dan “O günlerin geri gelmeyeceğini bilerek..”

O günlerin geri gelmeyeceğini bilerek

Maaşları aldık mı
soluğu gazetenin marketinde alırdık.
Ordu kantini gibi çok ucuzdu.
Öyle, mahalle marketi gibi pahalı değildi.
Orta şekerdi bizim market.
Patron, patrondu.
Erol Simavi’ydi adı…
Çalışanları için gazete içinde market kurdurmuştu.
Mesela ben,
evlenecekken birçok şeyimi o marketten almıştım.
Muhabir maaşı bu
öyle fazla bir şey değildi.
Ayın onu bilemedin onbeşi
yirmisi değil ama,
bitti demekti.
Hızlı günlerdi o zamanlar
beş on günde maaş tükenirdi.
Market, bu yüzden mühimdi.
Mühimden öte bir olaydı aslında.
Dedim ya,
kimi zaman Sarayburnu’nda mangal yakardık.
Gençlik bu işte…
Maaşları aldık mı
doğru markete gitmemiz bu yüzdendi.
Ne almaya,
tabii ki
şimdilerde tadını unutsak da
antrikot almaya…
Yanında illa ama illa
ketçap alırdık.
Bir şişe de hardal olmalıydı pakette.
ikisini karıştırıp sos yapardık.
Yanımda mahalleden arkadaşım Yüksel,
Yüksel Yeşilçöl mutlaka olurdu.
Etleri Yüksel kızartır, sosun içine boca ederdi.
Rakılar çay bardaklarında…
bir keresinde polis geldi.
“Ne yapıyorsunuz burada” dedi.
Elinde fener,
rakı bardaklarına bakıyordu.
“Işık tutma bardaklara” demişti Göker.
O da bize “Ne olur ki..” demişti..
“Rakılar ısınıyor memur Bey” demiştik…
Sonra
hep beraber gülmüştük…
Bazen Ahmet gelirdi…
rakı içmeyi çok severdi.
sazıyla türküler okurdu.
Yeni kaseti çıkmıştı.
ismini pek kimse bilmezdi.
Sonra giderdi…
Kimi zaman müdürler gelirdi
kızmazlardı bize.
İki tek atıp giderlerdi.
E İstanbul’u birilerinin beklemesi lazımdı!
bazen iki tekten
bazen üç tekten sonra
halı saha maçına çağırırlardı.
Halı sahalar yeni o zamanlar.
Maç için insanlar kuyrukta.
bizim tayfa maçları gece bire ikiye alırdı.
Sabaha karşı maç,
anlayın işte…
Bir keresinde anons patlamıştı.
bütün müdürler hop olay yerine…
Arkasından da biz  tabii..
Yarım kalırdı maçlar.
En komiğimiz Mevlüt olurdu
ayağında krampon,
üstünde forma-şort fotoğraf çekerdi.
Neyse,
dönelim Sarayburnu kayalıklarına…
Artık güneş doğardı.
Burak’la ben ‘Kalinka’ oynardık.
Burak davudi sesiyle bir “kakalin kamaya” çekerdi,
yer gök inlerdi.
Kimi zaman,
o yılların ilk turist otobüsleri olurdu.
Belki bize hayranlık,
belki de hayretle bakarlardı
kafalar yedi sekiz tabii..
Okuma yazması olmayan yedi sekiz Hasan Paşa duysa
hırsından çatlardı.
“Nerde yaptınız bu kafayı” dese,
“Sarayburnu kayalıklar mangal” derdik,
verirdi belki bize falakayı…
Sonra,
sonra ayılmamız gerekirdi.
Çıkmışız yedi sekize
inmek lazım üçe dörde.
Gündüzcüler gelecekti
şefler de bizi beklerdi.
Şef deyip geçme,
ödümüz patlardı onlardan.
Hele bir Özkan vardı.
Sabahın köründe gelirdi işe
Bir de Mehmet Ali Yula vardı,
çok kral adamdı.
Hürriyet Gazetesi’nin efsane istihbarat şefiydi.
Onunla kedimizi güvende hissederdik.
Orhan ilginç adamdı.
Görevdeyken pek içmezdi.
Görev bitiminde dibine kadar içerdi.
Ali her ortama uyardı.
Görsen, “bu çocuk hep aşık” derdin.
Dertli dertli düşünmesi meşhurdu.
Ha bir de,
arabasıyla bir gecede Bodrum’a gidip, ertesi gün geri gelmesi vardı…
Yüksel iyi haberciydi.
Şişe dayanmazdı onra
yirmidört saat takım elbise kravat gezerdi.
Ahmet henüz vurulmamıştı.
Sami Başaran Kamil Başaran henüz öldürülmemişti.
Uğur Onur en neşeli olanımızdı.
Satmıştı dünyanın anasını,
zelzele olsa umurunda değildi.
Bir keresinde,
üç günlüğüne Bodrum’a göreve gitmişti.
Üstsüz bikinili turistleri çekecekti.
Gazetenin arka sayfasına haber lazımdı.
Bu işe en uygun olan kişi oydu.
Üç günlüğüne gitti
bir ay sonra ortaya çıktı.
Özkan abi çıldırmıştı.
Hele bir de “Klos klomos hotel”  hikayesi vardı ki..
Garibim Rıfkı Baba,
“Nasssı yaptın nassı yaptın” diye kıvranmıştı..
Neyse, onu da bir başka ara anlatırım..
Bakın hele,
bir keresinde de görev saati bitmişti.
“Nöbetçi Meyhaneler” vardı.
Bildiğiniz bakkallardı.
O ismi biz takmıştık onlara. 
Nevale alırdık
eve gitmeden önce.
Sabaha karşıydı,
köprünün tam ortasında,
o yıllarda adı Boğaziçi Köprüsü’ydü.
İETT şoförü korkuluklara çıkmıştı.
Hava buz gibiydi.
İETT işçileri grevdeydi.
biraz daha dursa soğuktan elleri donacak, doğru aşağıya düşecekti.
Körüklü otobüsü köprünün üstüne “park” etmişti.
“Yetkili” istiyordu.
Sabahın köründe yetkili ne arasındı.
Yetkili bizdik işte.
Burak fotoğraf çekti, Orhan ikna etti.
Sonunda indi şoför.
iliklerimize kadar donmuştuk.
Biraz da inmese ya aşağıya atlayacak
ya da bizden dayak yiyecekti!
Ertesi gün Hürriyet’te tam sayfa haber oldu.
Belediye kabul etti her isteği,
grev de bitti.
Ne şoförden
ne de sendikadan bir teşekkür bile gelmedi.
oysa o gün orada olmasak, seslerini duyan olmayacaktı.
Hayat böyle bir şeydi işte
Aslında İstanbul’un her saatte
her zaman bir sahibi vardı.

Ertesi gece mangal yakmak olmazdı.
zaten herkes yorgundu.
O yıllarda gençliğin tesis sorunu vardı.
Evde anne baba kardeş,
öğrenci evi desen yedi sekiz kişi.
E mecburen sakin tesis arıyor insan.
Bir gece yarısı “neredesin” demiştim telsizden.
O da bana “Beşiktaş malum yerdeyim” demişti.
“Kısa kanala geç” diye karşılı anons yapmıştık.
Merakları bu ya,
bölgede bulunan bütün Hürriyet’cilerin bizimle aynı anda ‘Kısa kanala’ geçeceğini unutmuştuk…
Güya,
Burak’la ben telsizin kısa kanalından “özel görüşme” yapacaktık..
“Özel görüşme” olmuşta sana “genel görüşme”..
“Boş yatak var mı boş yatak” demiştim.
Burak da “Var” demişti.
“Hem de su yatağı var”
Sevinmiştim amma
yakın mesafede bulunan Hürriyetçiler ‘Kısa kanaldaki’ konuşmamızı dinlemişti.
Sonra, tabii ki de bütün gazete öğrenmişti “Su yatağı hikayesini”..
Şefin diline de düşmüştük.
Aylarca dalga geçti bizimle Mehmet Ali Yula.
Nerede görse
“Boş yatak var mı boş yatak” diye dalgasını geçerdi.
E gençliğin “tesis” sorunu vardı.
Uzatmayalım vardık eve.
Evde fazla yoktu.
Bekar evi gibiydi ama
kız arkadaşı ile kalıyordu.
Yakışıklıydı köfte,
uğradığı birkaç ev daha vardı böyle.
Burak “Aha” dedi “Bu odada uyuyacaksın”.
Açtı kapıyı boş bir oda.
Yerde kilim gibi bi şey.
Ortada bildiğiniz narin bir deniz yatağı.
Başka bişi yok.
“Burak” dedim “Hani ya su yatağı vardı”!
“Var ya” dedi “İşte orada…”
Bakıyorum bakıyorum göremiyordum.
Yerde tek kişilik bir deniz yatağı vardı…
Bildiğiniz ince plastikten bir deniz yatağı.
Hava yerine su doldurmuşlardı,
olmuştu sana su yatağı…
İki kişiyi hayatta çekmez.
“Lan oğlum tek kişilik bu”!
“Uykum var” dedi Burak, çekildi odasına.
Kaldık mı su yataklı odada iki başıma…
Sabah,
sabah olmadı tabii.
Patladı çart diye…
Zavallı tek kişilik deniz yatağı…
Gün ışıyordu
su kurutuyordum hala.
Uyku muyku yok tabii…
Bu kısmı,
hiç anlatmadık Mehmet Ali Yula’ya.
Belki bir gün
yolumuz düşer de
gideriz yine Yula şefin yanına.
İki kadeh iki muhabbet,
anlatırız Mehmet Ali abimize…
Gençlik başımızda dumandı böyle..
Belki de bu yüzden,
hiç geri gelmeyeceğini bilerek,
o güzel günlere sevdalanmamız.
Kim bilir,
belki de bu yüzdendir,
o günlerin geri gelmeyeceğini bilerek,
hasret çekmemiz…
Neyse anam babam neyse…
Ne çok özledik lan sizi…

Orhan Can
En Kalbi Muhabbetlerimle..
Ben Can; Orhan Can..

16 – 29 Eylül 2018 Yakacık – İstanbul

 

Rakı hazırlığı.. Gece 01.00 – Sarayburnu – Fotoğraf: Burak Ersemiz – 1989

Bu fotoğrafın bir de öncesi var..

 

Yıl 1989.. Bu fotoğraf İETT grevini sona erdirdi.. Fotoğraf Burak Ersemiz, intiharcıyı ikna etmeye çalışan Orhan Can

 

Sarayburnu 1989 Gece ekibi..

Hey gidi Burak Ersemiz.. Fotoğraf Orhan Can.. Yer Sarayburnu

Sarayburnu’nda kayalarda mangal yakarken

Sarayburnu’nda kayalarda mangal yaktıktan sonra “Kalinka” modu durumu..


Boğaz Köprü üstünde intihar girişiminde bulunan İETT şoförü Orhan Can tarafından ikna edildi.
Bu grevinde bitmesi demekti.

Boğaz Köprü üstünde intihar girişiminde bulunan İETT şoförü Orhan Can tarafından ikna edildi.
Bu grevinde bitmesi demekti.

Gece ekibinin bir kısmı

:
Burak Ersemiz sabaha karşı güneşi tutarken. Fotoğraf: Orhan Can