“Srebrenitsa katliamından birkaç gün önce iki otobüs Boşnak, Türk birliğinin bulunduğu Zenitsa’ya gelecekti”. Gazeteciler bu yüzden ‘Tarihin tanıklarıdır’

Srebrenitsa’daki katliamdan birkaç gün önce kadın, çocuk ve yaşlı erkekler tahliye ediliyordu.
Tahliye edilenlerden iki otobüs dolusu Boşnak da Türk birliğinin bulunduğu Zenitsa’ya gelecekti.
Bu otobüsleri karşılayan Türk askerlerinin arasında gazeteci olarak ben ve iki meslektaşım da vardı.
Bir gece yarısı, Zenitsa’ya iki saat mesafede otobüsler karşılandı, askerlerle birlikte bir otobüse bindik. Srebrenitsa’dan çıkan ve güvenli bölgeye ulaşmak için iki gün boyunca yollarda olan Boşnaklar perişan haldeydi. Ağlamaktan göz pınarları kurumuş kadınlar, yaşlı erkekler ve ürkek bakışlı çocuklar…
Bizim askerlerin başında bulunan yüzbaşı, Boşnakça bilen askerin tercümanlığı aracılığıyla, otobüstekilere, “Artık korkmalarına gerek kalmadığını, Türk askerlerinin koruması altında olduklarını” söyledi.
“Türk askeri” lafını duyan özellikle kadınlar zembereklerinden boşanmış gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya, bazıları askerlere sarılmaya başladı.
Otobüse bir duygu seli hakim oldu.
Askerler, çocuklara yanlarında getirdikleri çikolata, oyuncak gibi küçük hediyeler verdi.
Bizler, ıslak mendil, kağıt mendil vs. verdik.
Bir kadının, “Bize kimse böyle davranmadı” diyerek sarılıp ağlamasını hiç unutmadım…
Kimisi kocasını, kimisi oğlunu, kimisi kardeşini geride bırakmıştı.
Geride bıraktıklarına ne olduğunu bilmiyorlar ama tahmin ediyorlardı.
Bir süre gittikten ve heyecan biraz yatıştıktan sonra en arkada oturan yaşlı bir Boşnak, koltukların arkasına tutunarak otobüsün önüne geldi ve ortada ayakta duran ve Boşnakça bilen askere bir şeyler söyledi…
Asker cevap verdi, yaşlı Boşnak başını sallayıp yerine döndü.
Askerin yanına gidip, ne olduğunu sordum.
Yaşlı amca, “Jiletiniz var mı, traş olmak istiyorum” demiş.
Asker de, “Jilet de, temiz çamaşırlar da verilecek. Banyo da yapacaksınız, kalacak yeriniz de hazır, merak etmeyin” demiş…
Asker tercümanı alıp, ihtiyar amcanın yanına gittim.
Sırplar iki oğlunu, bir gelinini alıkoymuşlar.
Eşi daha önce vefat etmiş. Tek başına kalmış.
“Peki amca, durum böyleyken, jilet istemek, traş olmak istemek… Neden?” diye sordum.
Aslında vereceği cevabı biliyordum…
Dedi ki,
“Beni, yüzümde üç günlük sakalla, bu perişanlıkta görmesinler, onurum zedelenir.
Biz, Sırp kuşatması altında bile yıllarca perişan görüntü vermedik, hep dik durduk.
Şimdi yeni bir hayata başlıyoruz, temiz olmam lazım.”

Amcanın cevabı beni şaşırtmadı.
Örneklerini, daha önce gördüğüm, daha sonra da göreceğim gibi, katliamlara, tecavüzlere, her türlü yoksunluğa, terkedilmişliğe karşın Boşnaklar hayata sıkı sıkı sarılmışlardı.
Sırp topçu atışlarından korunmak için önüne arkasına kum torbası yığdıkları, camlarını kalın bantlarla çapraz bantladıkları kafelerde, barlarda, lokantalarda oturmuşlardı.
Saraybosna’nın ana caddesinde kimi yerde BM’nin zırhlı aracının arkasına sığınarak sokağı karşıya geçmişler, açık alanlardaki kalın tahta sutrelere isabet eden Sırp keskin nişancı mermisinin sesini dinleyerek yürümüşlerdi. Yine, keskin nişancı ateşinden korunmak için ara sokaklarda binalara yapışık yürüyerek çarşı-pazara gitmişlerdi. Cephede, uç mevzi de bile neredeyse tıraşsız asker görmüyorduk.
Alıştıkları hayat tarzından taviz vermeyerek, tüm imkansızlıklara rağmen onu sürdürmeye çalışarak, bir anlamda hem Sırplara, hem dünyaya meydan okuyorlardı.
Srebrenitsalı yaşlı amca, geride bıraktığı iki oğlu ve gelininin başına neler geleceğini muhtemelen biliyordu.
‘Traş olmak’ istemesi, kendilerine dayatılan, onuruna yediremediği hayata teslim olmamanın bir ifadesiydi…

Yunus Şen