Öldükten sonra da yaşayan efsane.. O gün gazeteden her zaman olduğu gibi herkesten sonra, yorgun çıktı

Öldükten sonra da yaşayan bir efsane

O gün gazeteden her zaman olduğu gibi herkesten sonra, yorgun çıktı.
Başında siyah fötr şapkası, üzerinde buruşuk pardösüsü, altı kalın lastikli siyah ayakkabısı, bir elinde muhabirlerin masasından topladığı gazetelerin poşeti, diğer elinde siyah çantası vardı.
Her sabah saat 07.00-07.30 arasında telaşlı adımlarla tırmandığı Cağaloğlu’nun Bab-ı Ali yokuşundan inerek, Eminönü’ne geldi.
Üst geçitten geçerek Kadıköy iskelesinden vapura bindi.
ysa onun her zamanki yolu, evinin olduğu Kocammustafapaşa idi.
Kadıköy’de ne işi olabilirdi?
Çamlıca’da oturan mimar olan ağabeyine uğramak istiyordu desek, onunla arası hiç iyi değildi.
Belki de Bostancı’da oturan kızına gidiyordu düşüncesini de kızı, “Geleceğini mutlaka bana haber verirdi’’ diye çürütüyordu.
Üstelik, her gün gazetenin kafeteryasındaki yemekhaneden, evinin bahçesinde beslediği kedileri, Büyükdere’de terk edilmiş metruk bir evin bahçesinde baktığı köpeği için poşete doldurduğu yemek artıklarını da, bu defa taşımıyordu. Bu bilinmezlikler içinde, Kadıköy’de Üst Bostancı otobüsüne bindi.
Yer yoktu, ayakta seyahat edecekti.
Otobüsün arka sahanlığında, cam kenarındaki demirlere tutundu.
Otobüs Ayşe Kadın durağına yaklaştığında alnında ter boncukları birikmişti.
Elindeki gazete torbası ve çantasını yere bıraktı.
Yakasının uçları yukarı kıvrılmış gömleğinin üst düğmesini açtı.
Göbeğinin üzerine sarkan kravatını gevşetti.
Otobüs Ayşekadın durağına yanaştığında sendeleyerek aşağı indi.
Birkaç adım attı. Sonra yere yığılıp kaldı.
Tarih 7 Ocak 1996’yı, saat 19.15’i gösteriyordu.
1931 İstanbul Üsküdar doğumlu Bab-ı Ali’nin babası Muhip Rıfkı Kadam, 65 yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etmişti.
Bazı insanlar öldükten sonra da yaşar.
Rıfkı Kadam da, o bazı insanlardan biriydi.
Hürriyet Gazetesinde çalıştığı 36 yılın dışında, kimse onun önceki yaşantısı konusunda bilgi sahibi olamamıştı. Çünkü özel hayatını hiç kimse ile paylaşmamıştı.
Sadece birine veya bir olaya kızdığı zaman, dert ortağı Şakir Şad ve rahmetli Mahir Çerçi’ye, o kızgınlıkla kendisini şöyle anlatırdı:
‘’Ben bu gazeteye imtihanla girdim.
Hem de birinci oldum. İstanbul Barosu’nun kayıtlı avukatıydım.
Kısa süre avukatlık yaptım ama, artık bizden geçti.
Gazetecilik benim kanıma işlemiş, yaşam şeklim olmuş.
Avukatlığı neden bıraktın dersiniz?
Ben yalan söyleyemem.
Avukatlık doğru adam işi değil gözüm”.

Rıfkı Babanın, geçmişteki yaşantısı bilinmese de, Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığı 36 yılı, üzerine kitap yazılacak meslek anıları ile doluydu.
Bazı çalışma arkadaşları tanık oldukları Rıfkı Kadam olaylarını kaleme alıp bugünlere taşımıştı.
Örneğin Faik Kaptan, Orhan Can, Özkan Altıntaş, o kıvrak zekayı, tüm Bab-Ali’ye mal olan mizah zenginliğini, yüreğinde sönmeyen meslek aşkını anlatırken, foto muhabiri Hüsnü Savaş’ta, pek resim çektirmeyi sevmeyen Rıfkı Baba’yı resimlemeyi başarmıştı.
İstihbarat servisi salonunun bir köşesinde 3X2 metrekarelik, her tarafı camlı bir odada, küçük bir masası, koltuk yerine bir sandalyesi, telefonu, radyodan bozma Aciko marka telsizi ile Rıfkı Baba, İstanbul’un altını üstüne getirirdi. Masasının üzerinde ancak onun toplayabileceği darmadağınık notları, emniyetin, itfaiyenin, adliyenin, ihbarcılarının özel telefonlarının olduğu, uçları kıvrılmış, yaprakları sararmaya yüz tutmuş hayli kalın telefon defteri, Rıfkı Baba’nın günlük yaşantısındaki olmazsa olmazlarıydı.
Adından da hiç haz etmezdi.
Oysa Rıfkı’nın anlam açılımı, mülayim, nazik ve tatlı olarak yazılıydı.
Kadam ise, Göçmence de arkadaş, dost anlamının karşılığıydı.
Rahmetli Mahir Çerçi’den duymuştum. İsmi ile ilgili şöyle dert yanmıştı:
-Bu Rıfkı ismini bana koyarken hiç düşünmemişler. Türkiye’de 1994 tane Rıfkı ismi var bilir misin?. İstanbul’da ise, PTT’nin telefon katalogunda sadece 326 tane. Birisi de benim..
Rıfkı Baba ismini bu denli sevmezken, rahmetli karikatürist Nehar Tublek, bilmeden bir hata yapmıştı.
Eskiler bilir, Nehar Tublek çizdiği günlük karikatürleri, masaları dolaşarak herkese gösterir, beğenip beğenmediklerini öğrenmek isterdi.
Bir gün yine böyle bir turda iken, çizdiği karikatürdeki kişiye, Rıfkı adını vermişti.
Rıfkı Baba’ya muhabirler “Senin karikatürünü çizmiş’’ diye haberi hemen yetiştirdi.
Baba, yerinden fırladı, salonda dolaşan Nehar Tublek’in “Göster bakayım şu karikatürünü’’ diyerek önünü kesti.
“Nasıl güzel olmuş mu?’’ sorusuna, “Olmamış, hiç olmamış. Başka isim mi bulamadın? Şimdi ben sana Nehar Dümbelek desem ne dersin acaba’’?
İlginç bir rastlantı ki, Nehar Tublek karikatüründeki konu kahramanını, kısacık boylu, hayli şişman bir insan olarak çizmişti.
Rıfkı Baba’nın kızdığı kişilerden biri de rahmetli polis muhabiri Alaattin Büte idi.
Onunla hiç konuşmaz, yan yana bile gelmekten sakınırdı.
Ancak Büte de muzip bir insandı.
Telsizin başında bazen uyuklayan Rıfkı Babanın telefonunu çevirir sesini değiştirerek, ‘uyuma uyuma’ deyip kapatırdı.
Alaattin Büte’nin Rıfkı Baba’ya bir başka muzipliği, kedi taklidi yapmaktı.
Evinin bahçesinde 25-30 kedi besleyen Rıfkı Baba’yı, saklanıp kedi gibi miyavlayarak odasından çıkarır, sağda-solda kedi aramasına neden olurdu.
Rıfkı Baba’dan geride kalan unutulmaz anılar zincirinin halkalarından birini Faik Kaptan’dan dinleyelim:
“Bir akşam beraber nöbetteyiz.
Masasında oturuyor, telsiz dinliyor, bir yandan da İstanbul’daki ezbere bildiği 250’ye yakın karakolun telefonlarını çevirip istihbarat yapıyordu.
O sırada masasındaki ünlü ihbar telefonu çaldı.
Telefon eden, o dönemde Hürriyet Gazetesi İstihbarat Servisi tarafından kurulan, her mahalleye dağılan, toplam 850 gözlemciden biri olan Langa gözlemcisiydi ve mahallesindeki bir yangını ihbar ediyordu.
Baba yangını daha önce telsizden duymuş ve itfaiyeyi aramıştı.
İtfaiye yangının önemsiz olduğunu ve kontrol altına aldıklarını söylemişti.
Ancak gözlemci ısrar ediyor ve acele bir ekibin gelmesini istiyordu.
Baba gözlemcinin sıkıntısını anlamıştı.
Doğru ihbar yapan gözlemcilere o zamanın parasıyla 5 TL ödül veriliyordu.
Rıfkı Baba gözlemciye adını soyadını sorduktan sonra telefonun ahizesini kapatarak birden yerinden fırladı.
Bana dönerek “İşte şimdi ben yandım. Arayan Sedat Simavi oğlum, Sedat Simavi” diye adeta kıvranarak konuştu. Sonra titreyerek ahizeden elini kaldırdı.
“Sedat Bey bir dakika sizi bekletebilir miyim?
Ulaştırmaya sorayım arabamız var mı?’’
Karşı taraf kayıtsız “Ben beklerim. Ama acele edin olur mu?’’
Rıfkı Baba o hengame içinde telefonu bana verdi.
O meşhur defterinde gözlemcilerin semtini ve isimlerini kayıt ettiği listeyi taradı ve heyecanla telefonu elimden aldı. Langa gözlemcisine “İsminizin başında Ahmet var mı?’’ sorusuna karşı taraf, “Evet’’ cevabını verince, telefonu masasını üzerine atıp, derin bir ohhh çekti.
Daha sonra tekrar telefonu eline aldı, muhabire önce bir şeyler söylemek istedi, vazgeçti.
Ardından “Bak evlat yarın gel benden 5 liranı al.
Bundan sonra da telefonda adını tam söyle olur mu ’’.

Rıfkı Baba’nın Hoşlanmadığı çalışanlardan biri de rahmetli Yıldırım Çavlı idi.
Buna rağmen Çavlı ara sıra ona takılır, kızdığını görünce gülerek yanından ayrılırdı. Rıfkı Baba ismiyle çağırmadığı Yıldırım’a “Deve” adını takmıştı.
Yıldırım’ın babayı oyuna getirdiği bir olayı da, Özkan Altıntaş anlattı.
“Bir cumartesi günü Yıldırım Çavlı elinde altın lirayı havaya atıp tutarak servise geldi.
Masasına oturdu ve elindeki altın lirayı havaya atıp tutarak, babanın dikkatini çekti.
Rıfkı baba küçük odasından dışarı çıkarak Yıldırım’ın altınla oyununu dikkatle izliyordu.
Yıldırım ara sıra altın lirayı masasında “fır’’ döndürerek, “Bana Göztepe’de büyük bir arazi miras kaldı. Ben de araziyi satıp altına çevirdim. Bu da kalan altınlardan biri” diyordu.
Rıfkı Baba dayanamayarak yanına geldi.
“Evladım oynama. O kıymetli şey. Kaybolur. Sok onu cebine” diye nasihat etti.
Yıldırım “Ne zararı var baba. Bundan ben de çuvalla var. Benim için değeri yok” cevabını verip oynamayı sürdürdü.
Altın lira bir ara Yıldırım’ın elinden düşüp yuvarlanarak masaların arasında kayboldu Rıfkı baba hemen devreye girdi ve “Ben sana dememiş miydim. Bak kayboldu işte” dedi.
Yıldırım istifini bozmadan “Kaybolursa kaybolsun. Bende ondan çok var. Bulanın olsun. Gidip bir çay içeyim” diyerek servisten çıktı.
Rıfkı Baba onun altın lirayı aramadan gitmesine şaşırmıştı.
Hemen masaların altına girerek altın lirayı aramaya başladı.
Heyecan ve telaş içindeki aramaları sonuç vermedi.
Çünkü Yıldırım’ın yere yuvarladığı altın lirayı bir başka muhabir yerde yakalayarak cebine koymuştu.
Bu oyun Yıldırım’ın arkadaşları ile planıydı.
Yıldırım Çavlı servise dönüşünde, kayboldu sanılan altın lirayı arkadaşından alarak yeniden oynamaya başlayınca baba “Gözün aydına’’ geldi.
Yıldırım istifini bozmadan “Yok kaybolanı bulamadım. Gidip yenisini aldım’’deyince baba yerine dönerken “Devede akıl olsa eşek çekmez’’ diye söyleniyordu.
Rıfkı Baba’dan bir başka anı da ‘’Fotoğrafçı parçaları’’dediği, ancak başta Mahir Çerçi ve Şakir Şad olmak üzere hepsini ayrı ayrı sevdiği foto muhabirlerine ait.
Kelebek gazetesinin yaş günüydü.
Gazetenin merdivenleri sanat dünyasının gönderdiği çiçekler ve çelenklerle dolmuştu.
Şakir Şad ve Mahir Çerçi, diğerleri ile anlaşıp, baba’ya bu çelenklerden birini göndermeyi planladılar.
Nitekim yaklaşık iki metre boyunda bir çelengi “Baba’ya bu yakışır” diye uygun bulmuşlardı.
Çelengin üzerine “Fotoğrafçı parçalarından babalarına” notu iliştirdiler.
Çiçek getiren bir genci ayarlayarak çelengi, odasında oturan Rıfkı Baba’nın kapısını kapatacak şekilde konmasını sağladılar.
Baba koca çelengi güçlükle iterek odadan dışarı çıktı.
Şaşırmıştı.
Getiren gence “Oğlum kim öldü?” diye sordu.
“Ölen yok. Bunu Rıfkı Kadam Beye gönderdiler” cevabını alınca ‘’Tam yerine getirdin evlat. İşte o benim’’ diyerek çiçeğin üzerindeki yazıyı aldı.
Foto muhabirleri birer ikişer servise girdi.
Yerlerine oturdu. Çiçekteki notu okuyan Rıfkı Kadam “Fotoğrafçı Parçalarından Babalarına” cümlesini görünce “Evlatlarım beni düşünmüşler” diyerek koca çelenge sarılarak ağlamaya başladı.
Servistekilerin de gözleri dolmuştu.
O kocaman çelenk küçücük odanın kapısında akşama kadar kaldı.
Bab-ı Ali’nin Rıfkı Babasından geride kalan unutulmayan yaygın bir anıyı nasıl unutabiliriz?
Bir gece İstibarat servisinde nöbetçidir.
İlerleyen bir saatte telefonu çalar.
Arayan Fatih İtfaiye amiri dostudur ve ‘’Rıfkı abi, Bayrampaşa’da büyük bir yangın var. Bizden de yardım istendi. Şimdi oraya gidiyoruz.’’ haberini verir.
Rıfkı baba heyecan içinde itfaiye amirine yalvarırcasına şu karşılığı verir:
‘’Aman gözüm söndürmeyin. Ekip halinde geliyoruz’’
Rıfkı Baba’nın ölüm haberini aynı gün Bab-ı Ali’ye duyuran, polis telsizleri oldu.
Ekip amirlerine yapılan anonsta, ‘’Çok değerli bir gazeteci dostumuzu kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun’’ deniyordu.
Bugün özlemle yad ettiğimiz Rıfkı Kadam’ın aradığı telefonun uyarı zili çalmaya devam ederken ‘’Açsana açsana, açsana’’ diye bağırışını, telefonun ucundakine kızdığında,telefonla masasının altına girerek küfredişini, çukura düşen leyleği kurtarmak için ‘’Yangın var’’ diyerek ekipleri olay yerine sevk edişini, Mahir Çerçi’nin babanın kızını, her şeyden habersiz Sadettin Teksoy ile baş-göz etme planı sonucunda, Sadettin’e aylarca küsmesini, köpek itlafını desteklediğini söyleyen Ateş Çelik’i, Cağaloğlu’nda köşe-bucak kovalamasını, telefonda konuştuğu kişiye nerelisin diye sorup, “Ben de oralıyım ‘’ diye kafaya almasını hala unutamadık, unutmayacağız da…
Ruhu şad olsun..
NOT:
Değerli Hürriyet emektarları.
Rıfkı Kadam Hürriyet için bir simge, bir efsaneydi.
Yukarıdaki yazı ancak onun meslek yaşantısının küçük bir parçasıdır.
Onunla çalışma olanağı bulan arkadaşlarda daha ne anılar vardır kim bilir?
Belirttiğim gibi, Rıfkı Kadam’ın meslek hayatı, birkaç anıya sığdırılamaz.
Onun yaşamı ancak bir kitapta toplanabilir.
O nedenle, sizlerde de Rıfkı Baba anıları varsa, lütfen paylaşalım.

Cemil Özyıldırım

Cemil Özyıldırım