Işıklar içinde uyu Aykut.. O Aykut bakın nasıl biriydi.. Cemil Özyıldırım yazdı

Işıklar içinde uyu Aykut

Ben en çok sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesine üzülürüm. Kaldırımlara, sokaklara, caddelere dökülen o sarı yapraklar yok mu, beni hem düşündürür, hem de hüzünlendirir. Dostlarımın, arkadaşlarımın, akrabalarımın, aile fertlerimin, hatta tanıdıklarımın ölümünü de, dökülen hazan yapraklarına benzetirim. Gözlerimde yaşlar birikir, boğazım düğümlenir. Hürriyet ağacı da yapraklarını döktükçe, bir çoklarımızın aynı hüznü, aynı üzüntüyü yaşadıklarını düşünüp, teselli bulmaya çalışırım. Oysa o ağacın altında yıllarca buluşup, dinlenirdik. Yel vuran yaprakların hışırtılarını mutlulukla dinlerdik. Şimdi gövdesi kabuksuzlaşan, dallarında yaprakları azalan Hürriyet ağacının son kalan yaprakları da bir-bir dökülüyor.

O düşen yapraklardan biri de yakın dostum, çalışma arkadaşım, semt komşum Aykut Işıklar oldu.
Hiç unutmam 70’li yıllardı, bir gramofon almıştım.
O yıllar Türk sanat müziği, pop şarkılar, klasik müzik, bir iğnenin ucunda dönen plaklarda yansıyor, el kadar kasetlerde dinleniyordu. Müzik sevdiğini bildiğim Aykut, bir gün beni evine çağırdı. Karton kılıfların içindeki yığılı plakları gösterdi. ‘’Bak oğlum, hangi sanatçı plak ve kaset yaparsa tanıtım için bana da gönderiyor. Al şu poşeti, istediğin kadar seçerek plak al. Beni de bu dağınıklıktan kurtar’’ demişti.
Aykut Işıklar 8 Ocak 1949 doğumlu idi. Bulgaristan’ın Tazgard Pehlivanköy’den 1893 yılında muhacır göçü sırasında gelen ailenin üçüncü çocuğu olan Aykut’un babası Mehmet Bey, önce Denizyollarında, daha sonra da Türk Hava Yollarında çalıştı. Annesi Fatma hanım ise, siyasete yöneldi ve tiyatrocu Muammer Karaca ile Vatan Cephesi’nin kuruluşunda yer aldı. Önce Kartal Maltepe’de ikamet eden ‘’Işıklar’’ ailesi, daha sonra Yeşilyurt’a yerleşti. Aykut orta eğitimini Yeşilyurt’ta tamamladı. Haydarpaşa lisesinden de 1967 yılında mezun oldu.
Ailesi iyi bir eğitim almasını istiyordu. Güzel sanatlara yatkındı. 1968 yılında İstanbul Radyosu’nun müzik üzerine düzenlediği bir bilgi yarışmada birinci olunca, gazetelerin dikkatini çekti. Yeni Gazeteden, müzik sayfası yapması için teklif aldı. Böylece mesleğe adım atışı da bu yıl oldu.
Bu arada Mimar Sinan Üniversitesi, Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar okulunun giriş sınavını kazanarak, bir yandan gazetecilik, bir yandan da öğrenciliği birlikte götürmeye çalıştı. Ama olmadı ve eğitimini yarıda bırakarak gazeteciliği seçti. 1976 yılında askere gitti. Askerliğini Van’da yaptı.

Askeri organizatör

Aykut Işıklar girişkenliği, ikna edici konuşmasının yanı sıra, gazetede çalışırken sanatçılarla iyi diyaloglar kurmayı başarması, ona magazin dünyasının kapılarını açtı. Askerde iken sıla hasreti çeken, sevgililerinden eşlerinden ayrı düşen askerlerin hüznünü nasıl giderilebileceğini düşündü.
Aklına Amerikan askerlerine gerek savaş dönemlerinde, gerekse kışlalarında moral için verilen konserler, ona yol gösterici oldu. Komutanlarından izin alarak, Van’da da askeri kışlada bir konser düzenleme fikrini kabul ettirdi. Askerler, Bülent Ersoy’u dinledi, Filiz Akın’ı tanıdı. ünlü türkücüleri radyodan değil, sahneden izledi.
Artık o, ordunun ‘’Askeri organizatörü’’ idi.Aykut Işıklar, askerlik dönüşü kısa bir süre Güzel sanatlar okuluna devam etti. Ancak mezun olmadan ayrıldı. Yeni gazete kapandıktan sonra Hürriyet gurubun geçti. Hafta sonu, Kelebek ve Hürriyet’te çalışmaya devam etti. Hürriyet’in o yıllardaki konserlerini organize etmek, Aykut Işıklar’ın işi oldu.
12 yıl Hürriyet Gazetesinde çalıştıktan sonra 1980 yılında Bulvar Gazetesine geçti. Ardından 2 sene Günaydın ve 2 sene Tercüman gazetesinde, 10 sene de Sabah Gazetesinde çeşitli servislerde yönetici olarak çalıştı. Bir dönem televizyonlarda da programlar yapan Aykut Işıklar, Bugün gazetesinde de magazin yazarı olarak ortaya çıktı..
Boş durmadı,.HBB, ATV, Star TV de program hazırlayıp sundu.
Ayrıca Best, Klass, Alem ve İstanbul FM’de radyoculuk ile boy gösterdi. M1 TV’de ve İstanbul FM’de program hazırladı. Medya Faresi internet sitesine yazılar yazdı.

Kopenhang’ta dayak yedi

1989 yılının ağustos ayına gelindiğinde, yaşamını değiştiren bir olay yaşadı. Kayahan, Nilüfer, Ahmet San gibi isimlerle Spot Müzik için Polonya’nın Poznan kentine giden Aykut Işıklar, Türk heyetine rehberlik yapıyordu. Bu sırada Magoşa hanım ile tanıştı ve aynı yıl 3.’ncü evliliğini gerçekleştirdi. 1990’da adını Sezen Aksu’nun koyduğu Güneş adlı bir oğlu oldu. 1972 yılında yaptığı evliliğinden ise, 3 Haziran 1973 yılında Emre adı verilen oğlu dünyaya gelmişti.

Bu dolu-dolu gazetecilik yaşamı, magazin dünyasında ‘’usta’’ diye anılmasına neden oldu. Aykut Işıklar’ın bir başka yönü de, koyu bir Galatasaray taraftarı olması idi. 17 Mayıs 2000 tarihinde Danimarka’nın Kopenhang şehrinde yapılan Galatasay-Arsenal UEFA Kupası final maçını izlemeye giden taraftarlar arasında idi. Maç öncesi Tivoli meydanında her iki takımın taraftarları arasında çıkan kavgaya karıştı. İngiliz taraftarları tarafından dövülerek ağır şekilde yaralandı. Bir süre hastanede tedavi gördü. Ancak bu kavga sırasında arada kaldığını, güvenlikli bir yer ararken, karşı tarafı saldırısına uğradığını söylüyordu.

Gazetecilik yıllarında, gerek köşe yazılarında, gerekse televizyon programlarında doğruları, gizli kapaklı olayları yazıp anlatırken, biraz sert dilli idi. Çok seveni ve takdir edeni olmasına rağmen, onu eleştiren, her fırsatta boşluğunu arayanlar da yok değildi. Hatta bir ara sakal bırakarak ortaya çıktığında, ‘’Sen ancak bir camiye imam olursun’’ diyenlere gülüp geçti. Daha sonra sakalını kesmek zorunda kaldı. Aykut Işıklar ile yakın ilişkiler içinde olanların mutlaka anlatacağı çok anılar var. Ancak, 9 Nisan da geçirdiği kalp krizi sonucu, İstanbul Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesinde, 70 yaşında ebediyete uğurladığımız Aykut Işıklar’a yönelik anıları, kendi kaleminden okumak ve öğrenmek daha doğru olacak. İşte onun yazıya dökülen anıları:

“Cenazeme kim gelir..”

3 Ekim 2018

Güzel arkadaşım Kazım Kanat’a veda ederken kendi cenaze törenim geldi gözümün önüne. O spor camiasına mensup bir gazeteci ben sanatçılara. Çok farklı insanlar tabii ki. Sadakat duyguları da… Kişiler değişebilir yani detay farklı ama sonuç aynı… Eski bir gazetecinin cenaze töreni…’Ben bugün ölsem. Cenaze törenime kimler gelir? Böyle törenler olur mu, arkamdan kim konuşur?’ Ve çok dürüstçe yanıt verdim kendime. Doğrusunu isterseniz Kazım’ı çok kıskandım. Benim cenaze törenime Kazım’ın beşte biri gelsin ‘eyvallah’ derim. Gazeteciler Cemiyeti önünde kim konuşabilir ki…
Önce Galatasaraylı olarak kafadan kayıp kişiyim. O camiada liseli olmayan Galatasaraylı kabul edilmiyor. O ünlü ‘Galatasaray ruhu’ var ya !. Sadece Galatasaray Lisesi mezunları için geçerli. Nasıl bir ruh ise?. Tribündeki taraftar ile ilgisi yok. Taraftar sadece bilet alıp maça gelir, devamlı bağırır. Beni 2000 yılında Kopenhag’ta UEFA Finali’nde İngiliz holiganlar paramparça etti. Bir Galatasaraylı yönetici geçmiş olsun bile demedi. Galatasaraylı patronum hastane masraflarını kabul etmedi. Galatasaray ile Fenerbahçe aynı gün aynı saatlerde maç yapıyorsa çıkıp dolaşın. Bütün mekanlar Fenerbahçe taraftarı tarafından 15 gün önceden komple kapatılıyor.

Galatasaray maçını izleyecek kahve, bar, lokanta bulamazsınız. Dayanışma ve sevgi böyle belli olur. Bu konuyu ileride uzun-uzun anlatırım. Dedim ya, Galatasaraylı olduğum için cenazemde de kafadan kayıp olacağım. Haaa… Kazım Beşiktaşlı olduğu için zor günlerinde cenazesinde olduğu gibi hiç yalnız kalmadı. Yazılarında yerden yere vurduğu, arkasından atıp tutan kişiler, hatta nefret edenler bile hastanede hep yanında oldu. Hele bazı Beşiktaşlılar.. Açık konuşuyorum şayet madenci Turgay Ciner, Sabah ve atv’ye ortak olmasa idi, siz Kazım’ın ismini bile bilmezdiniz. Genç başkan Yıldırım Demirören’in cenazedeki töreni her şeyi anlatır. Neyse diyelim, 35-40 yıldır boğuştuğum ünlü kişiler geldi gözümün önüne. Açık yazıyorum. İster darılsınlar, ister sarılsınlar. Bakın bugün ölsem cenaze törenimde Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır, Fatma Girik, Halil Ergün gibi çok eski arkadaşlarım olur.

Hepsi de işini gücünü bırakıp, koşa koşa gelirler. Son yıllarda aramız iyi olmasa da herkesin kara gün dostu Sezen Aksu mutlaka gelir. Yine kavgalı olduğum Bülent Ersoy da… ‘Az mı canımı yaktı’ diye söylene söylene gelip duasını okur. Çünkü Bülent’te de kin yoktur. Muazzez Abacı, Muazzez Ersoy, Adnan Şenses, Harika Avcı, Deniz Seki, Hüsnü Şenlendirici, Hande Yener mutlaka gelip, tabutuma sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarlar. Hatta soğuk gibi duran, duygularını hiç belli etmeyen Nilüfer de…

Dünya iyisi Zerrin Özer hele… Burhan Çaçan, Nuri Sesigüzel, Hülya Süer, Bedia Akartürk, İzzet Altınmeşe, Selahattin Alpay gibi halk müziği sanatçıları, benim kadim dostlarım, mutlaka gelirler. Ama 15 yaşından beri tanıdığım Nükhet Duru, hayatının en zor günlerinde yanında olduğum Emel Sayın, ilk röportajını yaptığım Tarkan gibi tipler asla gelmezler. Bir işleri çıkar mutlaka. Ajda Pekkan, Mahsun Kırmızgül, Kenan Doğulu gibi kişilikler ise, cenazeme gelmeye medyanın ilgisine göre karar verirler. Çok kamera gelirse… Eee kamera da gelmeyeceğine göre niye gelsinler?.. Genç kuşak şöhretler içinde Özgün mutlaka gelir. İkinci isim bulmakta zorlanıyorum Çünkü hepsi Burcu Güneş gibi nankör. Vefa denilen kelimeyi hiç bilmiyorlar. Özetle beş kişi olsun ama, gerçek arkadaşım olsun yeter diyerek konuyu kapatıyorum.

Altın Kelebek, Hürriyet gibi tepe taklak

11 Aralık 2018

Yıl 1973. Henüz 5 yıllık bir muhabirim. Ama Hürriyet’te çekiliş konserleri sayesinde yüzü hiç gülmeyen Genel Yayın Müdürümüz Nezih Demirkent’e yaklaşmıştım. O zamanlar 30 kupon biriktirenler daire, otomobil filan kazanırdı.Tabii halkın karşısında daha açıkçası konserler sırasında çekiliş yapılırdı. İşte o konserleri hep ben organize ettiğim için rahmetli Demirkent’in manevi çocuklarından biri olmuştum. Odasından içeri kafamı uzattığım an direkt konuya girdim.

“Efendim Kelebek’in satışına katkı sağlayacak bir projem var. Okurlar ile daha yakınlaşırız. Altın Kelebek adında bir yarışma yapalım. Yılın en başarılı sanatçılarını Kelebek okurları seçsin. Gazetede 30 gün kupon yayınlayalım, okurlar işaretlesin. Biz de onları biriktirmeden tasnif edelim dedim ama, dediğime de bin pişman oldum. Çünkü Nezih beyin yüzü o saniye asıldı’’

“Ne ulan biz konser organizasyon bürosu filan mıyız? Biz haberciyiz, biz haber satarız. Yılın sanatçılarını bu işin içindekiler yapsın. Gazetecinin işi değil bunlar. Bizim gözümüzde bütün sanatçılar eşittir. Sen iyisin, sen kötüsün demeye hakkımız yok.” diye bir güzel fırça attı. Açıkçası bir dövmediği kaldı. Odama dönerken rahmetli için güzel şeyler düşünmüyordum. ‘Adam konsere gitmez, gazinoya gitmez, sinemayı bilmez. Çalışmaktan başka şey bilmez, Tabii ki böyle hep önüne bakar’ diye söyleniyordum. Bir hafta sonra sekreteri Ayşe abla beni arayıp, ‘Nezih bey çok acele seni bekliyor’ dediği zaman da ‘Altın Kelebek’i unutmuştum bile. Bu kez o ilk atışı yaptı. Kapıdan içeri girer girmez, “Sen geçen hafta bir şeyler söylemiştin. Hemen o konu ile ilgili detaylı bir rapor hazırla. Her şeyi yaz. Erol Simavi ‘ye götüreceğim” demez mi?

Ve bir hafta sonra da Kelebek’te tam sayfa duyuru yaptık. ‘Yılın Sanatçılarını siz kelebek okurları seçecek. İşte her dalda en başarılı beş aday’ dedik.. Aradan tam 45 yıl geçti. Meğerse Nezih Demirkent ne kadar iyi düşünüyormuş, ne kadar haklı imiş. Gazeteci, yılın sanatçısı seçmemeli. Taraf oluyor, düşman topluyor. Kaldı ki tarafsız olması da çok zor. Önceki akşam 45. Kelebek Ödül Töreninde bu açıkça görüldü.

Hürriyet’in DMC diye bir müzik yapımevi var. Onlarca şarkıcı ile anlaşmalı. Hepsi ‘Ben ben’ deyip duruyor. Hürriyet’in patronlarının iki TV kanalı var. O kanallarda onlarca spiker ve sunucu var. Onları harcayamaz. Harcamadı zaten. Hepsine ‘Altın Kelebek’ verdi.
Bu yüzden ödül dağılımını kimse ciddiye almadı. Hatta güldürdü. Sosyal medyadaki yorumlara bakın, görürsünüz. En çok üzüldüğüm detay ise, ödül kazanan sanatçıları yan yana getirip toplu bir fotoğraf çekemediler. Hürriyet magazincilerine söyleyecek söz bulamıyorum. O günlerde Hürriyet’in Cağaloğlu stüdyosunda Zeki Müren, Türkan Şoray, Emel Sayın, Barış Manço, Ajda Pekkan’ı yan yana getirip fotoğraf çekerken ömrümüzün yarısını veriyorduk. Bak fotoğrafları çeken Sayıl Eman ağabeyimiz genç yaşta vefat etti.Önce, bir şampuan markasının reklamı yılların Hürriyet’inin önüne geçti. Hatta ödülün sahibi oldu.

Altın Kelebek benim çocuğum gibidir. Onu gazete okurları için düşünüp tam 10 yıl boyunca tek başıma organize ettim. Şampuan reklamı için değil. Hakkımı helal etmiyorum.
Bu yılki Altın Kelebek ödül töreninin daha açılışında çok büyük fiyasko vardı. Hürriyet Gazetesinden bir allahın kulu sahneye çıkıp da ‘hoş geldiniz’ demedi.
Hadi rahmetli Erdoğan Demirören’in eşi ve üç çocuğu bu işleri sevmez ve beceremez diyelim. Peki iki cümle edecek müdürleri de mi yok?

Açılış konuşmasını sadece bacakları ve küçük mayosu sayesinde 20 yıldır ortalarda dolaşarak para kazanan Çağla Şikel yaptı. Laf aramızda Çağla artık yaşlı bir kadın. Bacakları yaşını çok belli ediyor. Zayıflayacağım derken resmen buruşmuş. Mini etek zamanı geçmiş.
Sahne trafiği çok amatörce idi. Ödül alanlar, ödül verenler sahnede çarpışıp durdu. Sadece ödül alanların gelmesi artık biliniyor. Ama ödül verecek kişileri seçerken bu kadar basiretsiz davranmalarına üzüldüm. Kim ödül aldı, kim ödül verdi, karıştı durdu.

Türk halkının sevdiği, sevilen sanatçılardan hiçbiri yoktu. Nerede Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Emel Sayın, Muazzez Abacı, Muazzez Ersoy, İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Ahmet Özhan gibi gerçek star sanatçılar?.Davet edilmediler mi yoksa bahane uydurup gelmediler mi?.Bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Ama ikinci sınıf isimlerin ortalarda dolaştığı bir ödül gecesi oldu. Biz sahnede Ajda Pekkan’ı görmeye alışmış bir milletiz. Kırmızı mayo ile ödül almaya gelen Aleyna Tilki’ye sanatçı demeyiz.Hele o kocaman şapkası ile Hadise!. Çok komik idi. Kapalı yerde şapka ile dolaşmak dünyanın en büyük ayıbıdır.
Birisi şu cahil kıza bunu öğretsin.

Zeki Müren : ‘’Müjdat Gezen cenazeme bile gelmesin’’

06 Aralık 2018

Müjdat Gezen’in babası, Zeki Müren’in saz ekibinde dabrukotör idi.
Sünnetinde de kirvesi oldu. Ancak bir küçük ricasını geri çevirince ölene dek hiç konuşmadı. Eve kapanmaya karar vermişti. Giderek şişen ellerini saklıyordu. Tepesinde saç kalmamıştı, bundan utanıyordu. Tepesine ekleme yaptıramıyordu. Çünkü Bodrum da iyi kuaför bulamıyordu. Şekeri giderek yükseliyor, kalbini ve akciğerini zorluyordu. Hepsinden daha kötüsü, artık aşık olamıyordu. Çevresindeki hiçbir erkeği beğenmediği için, denize tek başına gidiyordu. Akşamları sahildeki bir barda tek başına viskisini yudumluyordu. Yaşlandığını düşünmekten çok ötede şeyler hissediyordu. Tek başına kalmıştı ve hep öyle mi kalacağım diye üzülüyordu.

Beğendiği delikanlılara haber gönderiyordu ama, yanıt hep ret oluyordu. Hatta birisi yanına gelip, yüzüne baka-baka “Sana hayırlı işler amca. Başka kapıya” bile demişti. Ajda Pekkan ile Muazzez Abacı’yı evinde misafir etmediğini duyunca, bir şeyle oluyor deyip yanına gitmeye karar verdim. Gece Ulusoy otobüsüne bindim. O zamanlar Bodrum’a henüz uçak gitmiyordu. Sabaha dek Zeki Müren’e ne soracağımı düşündüm. Sahilde çayımı içip kahvaltı yaptıktan sonra, bir yerden telefon ettim. ‘Paşam Bodrumdayım. Sizi çok özledim. Bugün mutlaka görüşelim. Sabah Gazetesi için bir yazı dizisi hazırlamak istiyorum. Uzun zamandır kayıpsınız. Hayranlarınızı merak ediyor’’ dedim.
‘’Hay hay Aykut’um. Ben de denize gidecektim. Orada bir masada oturup çayımızı içerken konuşuruz’’ dedi.
Tabii çok sevindim. Çünkü korkuyordum. ‘Sağlığım röportaj yaptırmaya müsait değil. Heyecanlanınca tansiyonum 20’lere filan çıkıyor’ diyebilirdi.

Ve.. 10 dakika sonra, beni bulunduğum çay bahçesinin önünden aldı. Konak tarafında bir çay bahçesinde konuşmaya başladık. Bu son röportajıdır. Benimle birlikte çektirdiği son fotoğrafı da bir garson çocuk çekti. Zaten sadece bir kare. Orada uzun-uzun konuştuk. Ben ne konuştuklarımızı Sabah’a yazdım ama, bir detayı ricası üzerine dondurdum. Sohbet sırasında konu konuyu açtı, bir yerde aklıma geldi dayanamayıp sordum. ‘’Paşam 50 yıldır bir numarasınız. Hakkınızda iyi kötü çok şey yazıldı. Çok kızdığınız ve mahkemeye gittiğiniz oldu mu?’’ dedim. Şimdi aradan çekilip anlattıklarını aynen aktarıyorum. Zaten bu yazının özeti veya konusu da bu:

‘Kimseyi mahkemeye vermedim. Ama bir kişiye küstüm. Haber gönderip sakın cenazeme ve mezarına da gelme. Seni affetmeyeceğim’ dedim. Bu kişi Müjdat Gezen’dir. Çünkü Müjdat bunu hak etti.. Babası benim saz ekibimde ritim sanatçısı idi. Yıllarca da çalıştı. Müjdat’ın sünnetine beni davet etti. Seve seve gittim, kirvesi oldum. Sünnetçi Müjdat’ın pipisini keserken ben tutuyordum. Kirvenin bizim için önemini söylemem gerek var mı?
Aradan yıllar geçti, Müjdat ünlü bir tiyatrocu oldu, gazinolarda beni taklit etmeye başladı. Edecek tabii. Ekmek parası. Çok da başarılı idi. En çok alkışı Zeki Müren olunca alıyordu. Ama bir haber gelince çok üzüldüm. Taklit sırasında benim çiçeklere teşekkür etmemle de dalga geçiyormuş. Çeşitli isimler sayarken ‘En büyük aşkım, ovala beni’ filan diyormuş. Öyle birisi de hayatımda gerçekten vardı. Ankaralı bir sauna sahibi. Saygı duyduğum en büyük aşkım. Yine haber gönderdim ‘adamın ismini değiştirsin’ yeter dedim. İnadına, adamın ismini birkaç kez üstüne basa basa söylemeye başlamış. Çok üzüldüm. Beni bırak, babasının arkadaşıyım-dostuyum. Onun da mı hiç hatırı yok. Madem kirvesine bunu yapıyor, ben de onunla bir daha konuşmadım.‘

Bunları bana Zeki Müren bizzat gözüme baka-baka anlattı. Başkası anlatsa biraz düşünürdüm. Çünkü bir sahne sanatçısının Zeki Müren’e bunu yapması çok ilginç olay. Hatta çılgınlık. O kadar güçlü ki. İstese bir telefonda sahne hayatı biterdi. Şimdi bakın nereye geleceğim. Müjdat Gezen şu sıralar ‘Şarkılar Seni Söyler’ adında bir müzikalde Zeki Müren’ i anlatıyor. Yani babasının patronu, küs vefat eden, kirvesi Zeki Müren’i. Müjdat Gezen oyunu yazan ve sahneye koyan kişi. Güya eski İstanbul gazinolarını anlatıyor. Hiç sanmıyorum. Direk Zeki Müren dese, telif kanunu yakasına yapışır. Müren’in haklarını da Mehmetçik Vakfı savunuyor. 9-16 ve 23 Aralık akşamı Maslak Tim Show Center’da müzikali izleyenlerden bir ricam var. Gözlemlerini bildirirlerse çok sevinirim. Bakalım Müjdat, eskiden yaptığı gibi mi, aşağılayıp mı anlatacak Zeki Müren’i..?

Cemil Özyıldırım