Babıali’nin DEMİRKONTU..

Babıali’nin DEMİRKONTU
Duayen bir gazetecinin 21 Kasım 1995 yılında Salı Yazıları köşesindeki ‘’İyi gazetecilere ihtiyacımız var’’ başlıklı yazısında, gazetecilik mesleğine yönelik tespitleri, aradan geçen 22 yıla rağmen hala güncelliğini koruyan, bir ders niteliğindir.
Bu tespitler şöyleydi:
“Gazetecilik enformasyondur.
Önemli olan insanoğlunun olup bitenlerden haberdar edilmesidir.
Bu yüzden gazetecilik haberdir.
Okur yönünden önemli olan ise, bilgi edinmektir.
Bu sanıldığı kadar zor bir iş değildir.
Neyin haber olduğuna, neyin insanları fazla ilgilendirmeyeceğine özen göstermek gerekir.
Gazetenin günlük tarih olmak gibi görünmeyen bir yüzü de vardır.
Her nedense bu son yıllarda unutulmuştur.
Batı’daki bir gazetenin geçmiş sayılarını inceleyenler, o günlerde nelerin olduğunu görebilir.
Bizde ise (maalesef) bunun yerini belli düşünceler almaktadır.
Bir başka yanlışlık da, topluma sürekli karamsar haber iletme alışkanlığıdır.
Nedense insanların mutlu olması düşünülmemektedir.
Bunun nedenleri arasında, ilginç ya da farklı olma kaygısı yatmaktadır.
Sonuçta tiraj sevdasına düşenler, rakiplerinden değişik bir haber uğruna, olayları çarpıtabilmektedir.
O zaman iyi gazetecilik rafa kaldırılmaktadır.
Ayrıca, basındaki kişisel çatışmalara gazetelerde yer olmadığına işaret ederek, ‘tencere dibin kara seninki benden de kara’ misali örneklerin okura yararı olmayacağını söyleyeceğiz.
Çünkü okur basının sermayenin elinde olduğunu bilmektedir.
Ama hala ülkede iyi gazetecilerin olduğuna inanmaktadır.
Öncelikle iyi gazeteci kavramını da ortaya koymakta fayda vardır.
Aslında iyi bir gazeteci olmak için belli özelliklere sahip olmanın gerekliliği, yıllardır anlatılmaktadır.
Gazeteci kurnaz olacaktır.
Ama okuru aldatmayacaktır.
Kurnazlığını haber edinmede kullanacaktır.
Akılcı hareket edecek, taraf olmayacaktır. Biraz da edebi yeteneği varsa, yani yazdığı okunuyor, ya da söylediği dinleniyorsa, işini yapmış kişidir.
Gazetenin az ya da çok satması onun görevi değildir.
Çevre edinmesini bilmeli, mutlaka araştırıcı olmalıdır. Olayın haberi verilirken gerçekten uzaklaşılmamalı, yöneticiler ise sağduyuyu asla terk etmemelidir.”
Bu alıntılar, Nezih Demirkent’in makalesinden cımbızlayıp çekip aldığımız gazetecilik mesleği ile ilgili düşüncelerinin bir bölümünü oluşturuyor.
Bu düşüncelerini, Hürriyet gazetesinde onunla çalışanlara da aşıladığı meslek ilkeleri idi.
1980 yılında yayınlanan ‘’Sayfa Sayfa Gazetecilik’’, 1995’de yayınlanan ‘’Medya Medya’’ adlı kitaplarında meslekte yaşadıklarını, gazetecilik mesleğinin geldiği noktayı ve bu konudaki düşüncelerini kaleme alan Nezih Demirkent 1930 yılında İstanbul’da doğdu.
Göbek adı Mehmet olan Nezih Demirkent ile Hürriyet ailesi 1970 yılında tanıştı.
Hürriyet çalışanları, bu iri-yarı, uzun boylu, ciddi tavırlı, ayak burunlarını içe basa-basa yürüyen, dudaklarının kenarından düşürmediği sigarasını tüttüre-tüttüre gezen bir yönetici tipi ile ilk kez karşılaşıyordu.
Topluluğa karşı konuşurken, ya da konuşulanları dinlerken, dudağından eksik olmayan sigarası ile başı sol tarafa düşer, bu hali ona masum bir görünüş verirdi.
Oysa Nezih Demirkent ‘’Demir leblebi’’ bir yönetici idi.
Gençlik yıllarında Moda ve Hilalspor kulüplerinde voleybol ve basketbol oynamış, yüzücü olarak havuzlarda kulaç atmış, başarılı bir sporcuydu.
Gazeteci Orhan Erinç ‘’Nezih Bey, benim mahalleden ağabeyimdi.
Önce basketbol antrenörüm, sonra voleybol ve futbolda yöneticim, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde de başkanım oldu’’ diyerek, onun spor yaşamının yaşayan tanığı idi.
Güreş Federasyonu ve Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyeliği de yapan Demirkent, evliliğini spor sahalarında tanıştığı voleybolcu Işın Demirkent (Ener) ile yaptı.
Bu evlilik, 21 Mayıs 1957’de, Ankara Milli Savunma Bakanlığı’ndaki askerlik görevinin bitimine 10 gün kala gerçekleşti.
Demirkent çiftinin 1958 yılında Didem adını verdikleri tek çocukları dünyaya geldi.
3 Şubat 2006’da aramızdan ayrılan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı, Prof. Dr. Işın Demirkent, yarım asra yakın evliliklerini şu cümlelerle özetlemişti:
“Evlilik sürecinde bizim için gezmek biraz fanteziydi.
Gündüz iş yerlerimizde çalışmalarımızı tamamladıktan sonra, akşam da evde çalışırdık.
Nezih, çalışkan insanları severdi.
Vurdum duymaz, mazeret yaratan, bir işi alıp da bitirmeyen insanlardan pek hoşlanmazdı.”

Yöneticilik yaptığı süre içinde Nezih Demirkent’i, insana karşı mesafeli duruşu nedeni ile eleştirenler de oldu.
Hatta soyadından yola çıkılarak, Babıali’de ‘’Demirkont’’ olarak adlandırıldığı günlerde, soyadı hikayesini, rahmetli çalışma arkadaşı Hasan Yılmaer’e şöyle anlatmıştı:
“Babamın ve ailesinin kökeni Manisa’nın Demirci ilçesidir.
Soyadını alırken, önce ilçenin adı olan Demirci’yi düşünmüş.
Sonra da ‘’Demirci’’ adının demir yapan, demir döven şeklinde anlaşılabileceğini düşünerek, bundan vazgeçmiş. Sonra, Demirci ilçesinden olduğunu çağrıştırır inancıyla ‘Demirkent’i soyadı olarak almış.”
Babasının mesleği nedeniyle Hakkari, Van, İzmit derken Demirkent, ailesiyle 18 yaşında geldiği İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdi.
Ancak gönlündeki gazetecilik mesleğine rağmen, kendisini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde buldu. Fakültede, daha sonraki yıllarda meslekte birlikte olacağı, Abdi İpekçi, Necmi Tanyolaç, Tıp Fakültesi öğrencisi Dr. Mücahit Atmanoğlu, Erol Dallı, Oğuz İmregün ve bir üst sınıftan Hakkı Devrim ilk arkadaşları idi.
İkinci sınıfta iken, 10 Kasım 1950’de Son Saat gazetesinde, stajyer spor muhabir olarak gazeteciliğe başladı. Gazetenin başında Cihat Baban vardı.
Eski dostlarından Hakkı Devrim, Hasan Pulur da aynı gazetede çalışıyordu.
Son Saat’te başarılı çalışmalarıyla dikkati çeken Nezih Demirkent, 1952 yılında Yeni Sabah gazetesi spor servisinde, yazar ve yönetmen olarak görev aldı.
O yıllarda bu yeni görevi, uzun süre yılın transferi olarak konuşuldu.
İlerleyen yıllarda Yeni Sabah’ın yazı işleri müdürlüğüne kadar yükseldi.
Safa Kılıçlıoğlu, 1964 yılında Yeni Sabah gazetesini kapatınca Nezih Demirkent, Türkiye’de ilk ofset baskıyla yayınlanan ve Hürriyet grubuna bağlı Yeni Gazete’de Yazı İşleri Müdürü olarak göreve başladı.
1969 yılında aynı gazetede genel müdür yardımcısı iken, bir yıl sonra Hürriyet’in müessese müdürlüğü koltuğuna oturdu.
Daha sonra aynı gazetenin genel müdürü oldu.
O dönemde adı Amiral Gemisi olarak anılan Hürriyet’te, hem yönetici, hem gazeteci olmanın zorluğunu aşan bu usta, ‘’Bizim kuşak üç askeri müdahaleyi yaşadı.
Gazetecilik o dönemlerde çok zordu” diyerek, asıl zorluğa işaret ediyordu.
Gerçekten 1950 ve sonrasındaki gazetecilerin yaşadıkları, Türkiye’nin son 50 yıllık tarihinin canlı tanıkları olmaları nedeniyle değerlidir.
Nezih Demirkent de yaşadığı ihtilal yıllarında, hakkında idamı da istenen bir gazeteciydi.
1960 ihtilalinde Yeni Sabah’ta Kasım Gülek’in bir konuşmasına yer verildiği için 6 yıl hapis cezası alan Demirkent’e, basın suçlarının affa uğraması ile bu ceza uygulanamadı.
1971 yılında Time dergisinden alıntılanan ve ülkedeki NATO güçleri haritası ile desteklenen haberde, ülkenin gizli sırlarını ifşa etmek suçlamasıyla savcının hakkında idam istediği Nezih Demirkent’in bu davası da, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin lağvedilmesi ile düştü. 1980 ihtilalinin sıkıyönetim döneminde ise, bazı maddelere yapılacak zamlar Hürriyet’te önceden duyurulunca, Sıkıyönetim idaresinin askerleri aynı gece, gazeteye gelerek yazı işlerinden Taygun Türe ve Erol Türegün’ü gözaltına aldı.
Ertesi gün Nezih Demirkent başkanlığındaki haber toplantısında, endişeli bir hava vardı. Demirkent toplantıyı şu konuşma ile açtı:
-Evet beyler, iki arkadaşımız gözaltında. Sıkı Yönetim Mahkemesi Hakimi Albay Süleyman Takkeci’nin eline düşen yandı. Bundan sonra da gözaltılar devam edebilir. Sakin ve soğukkanlı olunuz. Biz şimdi bundan sona ne yaparız diye düşünelim’’
Toplantı masasındaki kişilerden ses çıkmayınca, Demirkent devam etti:
-Yahu bunlar bizden ne istiyor’’
Etrafına bakınarak cevap beklerken, karşı masada oturan grafiker Yakup Kamer ile göz göze geldi. Yakup cesaret edip cevap verdi:
-Efendim bizden istedikleri sizsiniz.
Nezih bey başı ile tasdik edip, ‘’Evet ben de böyle düşünüyorum. Gidip Albay Takkeci ile konuşayım bakalım’’ diyerek Selimiye kışlasının yolunu tuttu.
Demirkent, o sert hakim albayı nasıl ikna etti, nasıl yumuşattı bilinmez ama, öğleye doğru gazeteye gözaltına alınanlarla geri döndü.
Demirkent, daha sonra Albay Takkeci’yi nasıl ikna ettiğini soran rahmetli Ergin İnanç’a gülerek, ‘’Şekerim, takke düştü kel göründü. Böylece bu işte halloldu’’ diye cevap verdi.
Ancak işin aslı daha sonra anlaşıldı.
Nezih bey, gözaltındaki arkadaşlarının serbest bırakılması karşılığında, 1 yıl boyunca, 1.Ordunun bütün matbu evrak ve basımlarını, Hürriyet’in üstleneceğini söyleyince, hakim Süleyman Takkeci’yi ikna etmişti.
‘’Nezih Demirkent’in personel politikası nasıldı?’’ sorusuna çok çeşitli açılardan yaklaşmak mümkün.
Nezih bey, özellikle yönetici durumdaki Hürriyet çalışanlarının, hem iş ortamında, hem de dışarıda flört etmesini hoş karşılamadığını, ‘’Bu ilişkiler dönüp dolaşıp Hürriyet’e zarar verir. Yoksa bana ne?’’ diye yakınlarına ifade ederdi. Nezih beyin ‘’Kurum titizliği’’ olarak açıklanabilecek bu yaklaşımına örneği, o dönemin acar magazin muhabirlerinden Aykut Işıklar verdi:
‘’Hürriyet’in bir çekiliş konserinde tanıştırdığım, Mustafa Yolaşan ile Kelebek Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü Şadan Galipoğlu arasında, bir sevgi bağı oluşmuştu.
Mustafa o günlerde TRT’de Türk Sanat Müziği solisti ve TRT konserlerin tek sunucusu idi.
İkilinin arasındaki karşılıklı bu bağ ciddiyete binince, birisi Nezih Demirkent’in kulağına kar suyunu kaçırmış.
Nezih Bey Şadan’ı severdi.
Bir gün onu çağırdı.
‘’İyi, güzel, sanırım bu beraberliği evlilikle noktalayacaksınız. O zaman Mustafa TRT’den istifa edecek. Ekranlarda görülmeyecek, gazinolarda çalışmayacak’’ şartını koştu.
Bu tuhaf bir şarttı ama, her ikisi de bunu kabul etti.
Mustafa, Şadan’a beslediği büyük aşk için, mesleğinin en parlak döneminde TRT’den ayrıldı.
ENKA Holding’in muhasebesinde iş bulup, çalışmaya başladı.
Şimdilerde ikisi de mutlu evliliklerini örnek bir aile olarak sürdürüyor’’.

Nezih Demirkent’in yönetim politikasındaki olumlu yanları, olumsuz yanlarından daha fazla idi.
Onun döneminde işlerine son verilen çalışan sayısı, bir elin parmakları kadardı.
‘’Az Yakınma-Çok Randıman’’,
‘’Doğru Haber-İnsana Saygı’’,
‘’Mesleki Dürüstlük-Saygın Gazetecilik’’
onun yerleştirmeye çalıştığı yönetim ilkeleriydi.
İşsiz kalan gazetecileri olduğu kadar, başka gazetelerde çalışanlar arasında başarılı olanları da izleyip, çok iyi analiz ederdi.
Buna da bir örnek Kenan Sönmezler’den geldi:
‘’Vatan Gazetesinde Yazı İşleri Müdür olarak çalışıyordum.
Gazete yöneticilerinin davet edildiği, Pera Palas otelindeki kokteyle katılmıştım.
Hemen hemen herkes oradaydı.
Bir ara çiş yapmak için tuvalete gittim.
Arkamdan Nezih beyin geldiğini, yan yana pisuarlarda sıralanınca anladım.
Nezih Bey  
‘’Ne haber Kenan’’ diye söze girdi.
Arkasından hemen ekledi.
’’Şekerim, sen Hürriyet tipi bir gazeteye daha yatkınsın.
Sanırım Vatan’da da az kazanıyorsun. İstersen yarın gel konuşalım’’.
Belki de tuvalette iş teklifi alan ilk gazeteciydim.
Ertesi gün Vatandan istifa edip, Hürriyet’te başlayarak, yeni bir hız rekoruna da imza attım sanıyorum’’.
Hürriyet çalışanlarının aile ilişkilerini de yakından izlediği bilinen bir yöneticiydi Nezih Demirkent.
Çünkü işteki mutluluk ve performansın kaynağını, ailede görürdü.
Uzun yıllar Hürriyet Yazı İşlerinde sayfa sekreteri olarak çalışan, daha sonra da Adana’ya Matbaa Müdürü olarak atanan ve halen bu görevde olan Sinan Tanyıldız da, Nezih Demirkent’in bu özelliğine çarpıcı bir örnek verdi:
‘’Rahmetli ağabeyimiz Taygun Türe, at yarışı tutkunuydu.
Az kazanıp, çok kaybettiğini biliyorduk.
Bir kenara çekilip doldurduğu kuponlarını, öğleden sonra bayie giderek yatırırdı.
Nezih Bey, sabah toplantılarından sonra öğleyin de Yazı İşlerine iner, gazetenin ne durumda olduğunu izlerdi.
Taygun ağabeyi ortalıkta göremeyince,
‘’Nerede bu adam’’ diye sorardı.
Bu soru sık-sık tekrarlanır olunca, yazı işlerinin eli-ayağı olan Mehmet Duvarcı sorguya çekildi. Gerçeği saklayamayan Duvarcı’nın
‘’At yarışı kuponlarını yatırmaya gidiyor ’’ açıklaması, Nezih Beyi hayli sinirlendi.
Nezih Bey ertesi gün muhasebeye
‘’Bu aydan itibaren Taygun’un maaşı evine gidecek ve eşine teslim edilecek’’ talimatını verdi.
Taygun ağabey, artık harçlığını eşinden almaya başlamıştı.’’

Gazete ve gazetecilik, hata kabul etmeyen bir iş ve meslektir.
Bu yüzden 1990’lardan sonra gazetelerde okur temsilciliği adıyla kurulan birimler, hatalardan kaynaklanan okuyucu şikayetlerine, gazete sütunlarında yanıt vermeye başladı.
1970 yıllarında ise, tekzip, düzeltme, özür, açıklama başlıklarıyla hatalar düzeltilmeye çalışılırdı.
Nezih Bey, hataya pirim vermeyen, hele yapılan hatanın faturasının gazete veya yöneticisine uzanmasına tahammül edemeyen bir gazeteci ve yöneticiydi.
Bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklıyordu:
‘’Gazetecilik dikkat ve emek mesleğidir. Gazeteyi hazırlayan insan olduğuna göre, emek var ama, dikkat gözden kaçıyor. Hata insana mahsustur. Ama biz en az hata ve en çok dikkatle bu işi başarmalıyız’.
Ancak Hürriyet’te öyle bir hata yapılmıştı ki, bununla ilgili o dönemde çalışan herkesin bildiği anıyı, kişiselleştirmeden anlatalım:
‘’Hürriyet her dönemde lider bir gazete olmasını, gazete sayfalarında yaptığı yeniliklere borçludur.
Örneğin haber yazımında kullanılan ‘’Mişli geçmiş’ zamanı ‘’Şimdiki’’ zamana dönüştüren yeniliği ilk kez Hürriyet uyguladı.
Anneler gününü halka lanse eden gene Hürriyet idi.
Ayrıca Yıldırım Servis, Halk Üniversitesi, ‘’Ne Nerede Nasıl’’ başlığı ile okuyucuya gazete ile ulaştırılan kitapçıklar, halkla Hürriyet arasında bir köprü oluşturmuştu.
Her konuda halkı aydınlatan 100 soru 100 cevap başlıklı promosyon kitapları, Çocuk ve Tarih dergisi, Gözlemciler servisi adı ile halktan seçilmiş 800 kişilik amatör bir istihbarat servisi, Hürriyet’i lider yapan yeniliklerdi. Nezih Bey döneminde bu yenilikler devam etti.
Örneğin, okuyucunun sesini duyuran gazetede 3 sütunluk bir bölüm, büyük ilgi çekmişti.
Bu bölümde, vatandaşın sokağındaki olumsuzlukları telefonla veya mektupla gazeteye bildirdiği sorunlar yayınlanıyordu.
Bu şikayetler hem haber kaynağı oluyor, hem de ilgililere cevap hakkı doğuyordu.
Sokaktaki elektrik arızası, kazı çalışmaları, asayişe dönük olaylar, asfaltlama istekleri, kanalizasyon sorunları bu köşenin baş konularıydı.
O dönemde şimdiki teknoloji olmadığı için yazılar mumlu kağıtlara çekilir, gazete boyutundaki sütun-santim ayarları yapılmış kartonlara işlenirdi.
Bu çalışmanın adı pikajdı. Pikajörler, ellerinde, kalem şeklindeki kretuar bıçaklarıyla, yazıları kesip biçerler, sütunlara sığdırırlardı.
Yanlış hatırlamıyorsam, okuyucu şikayetleri bölümüne ‘’Nerede, niçin, nasıl’’ adı verilmişti.
Bir okuyucu mektubu da, Nezih Bey’in Göztepe’de oturan annesinin sokağına aitti.
Bu sayfayı yapan, kulakları çınlasın Yalçın Kamacıoğlu idi.
Sokak adresinde Nezih beyin annesinin oturduğunu bilen Kamacıoğlu, yazıları dizen operatörleri ‘’Aman haaa.. bu şikayeti mutlaka kullansınlar. Çünkü Nezih beyin annesi bu sokakta oturuyor’’ diye uyarmıştı.
Dizgi operatörleri de şikayet yazısının atılmaması için, altına ‘’Bu sokakta Nezih Beyin annesi oturuyor ‘’ diye not düşmeyi ihmal etmediler.
Sayfa pikajda hazırlanırken dizilen yazı, filme çekilerek olduğu gibi korununca, olanlar oldu.
Ertesi günkü gazete, şikayetin altındaki notla çıktı.
Bu hata fark edilince, çalışanlar kahkahalarla gülerken, sinirden hop oturup, hop kalkan Nezih Bey, pikaj salonunda yakaladığı Yalçın Kamacıoğlu’na gazeteyi fırlatıp ‘’Kimse benim şerefimle oynayamaz’’ diye bağırıyordu.
Bu hatayı bir şeref meselesi yapmıştı’’.
Gazeteci diliyle haber atlamak, her dönemde yöneticileri en çok sıkıntıya sokan bir gelişmeydi.
O nedenle gazete yöneticileri bu gibi duruma, haklı olarak tahammülsüzlük gösterirdi.
Atlanan bir haber, Nezih beyi de hem üzer, hem de sinirlendirirdi.
Özellikle Erol Simavi’nin İzmir seyahatlerinde uğrak yeri olan Yengeç restoranda, Hürriyet’in atladığı belirtilen haber, ilginç bir iddiaya neden olmuştu.
Bu iddia, aynı masada oturan Erol Simavi’nin önünde, Nezih Demirkent ve Arda Gedik arasında geçiyordu.
O dönemde İzmir Bürosu şefi Ertuğrul Kale, bu iddia ile ilgili anısını şöyle anlattı:
“Arda Gedik, gazetede bir haber atlandığını belirterek Nezih beye, ‘’Haber Hürriyette yok’’ deyince ‘’Yanılıyorsun, haber Hürriyet’te var’’ cevabını almış.
Arda Gedik’in
‘’İddiaya var mısın’’ sözüne, Nezih beyin ‘’Kuru kuru iddia olur mu? Ortaya 100 lira koyalım bakalım’’ karşılığına Erol Simavi’nin kahkahası, iddiayı daha da kızıştırmış.
Olayın bu kısmını Yengeç Restoranın sahibinden öğrenmiştim.
Çünkü ben o sırada bürodaydım.
Nezih bey bana telefon etti. ‘
’Ertuğrul şekerim, bana Hürriyetin bugünkü son baskısını getiriver’’ dedi. Götürdüğüm gazeteyi, Nezih bey aldı.
Bir kaç sayfa çevirdi, sonra ikiye katlayıp Arda Gedik’e uzatarak
‘’Yok dediğin haber işte burada. Çık bakalım 100 papeli’ dedi.
Erol Bey, limonlu cinini yudumlarken, bıyık altından gülüyordu.
Arda bey cüzdanından 100 lira çıkarırken, ben izin isteyerek yanlarından ayrıldım.
Nezih beyi ertesi gün havaalanından uğurluyordum.
Bir ara dayanamayıp,
‘’Efendim Arda beyin cüzdanından 100 lirayı çıkarırken gördüm ama, ben o sırada oradan ayrılmıştım. Aldınız mı Arda bey’in parasını’’ diye sordum.
Nezih Bey cüzdanını çıkarıp 100 lirayı gösterirken, keyifle şunları söyledi:
‘’Almakla kalmadım Ertuğrul. İşte bak, bir de üstünü imzalattım.
Ama bunu asla harcamam. Saklayacağım şekerim’’

Nezih Demirkent ‘’Patron’’ kelimesini sevmez, bu yakıştırmayı asla benimsemezdi.
Bu yaklaşımda olanlara “Kendimi işadamı olarak görmüyorum. Bazı gazeteci arkadaşlar gidip TÜSİAD’a üye oldular. Eleştirmiyorum. Ama ben gazeteciyim ve meslek kuruluşum da Gazeteciler Cemiyetidir” karşılığını verirdi.
Ona göre gazetenin tek bir sahibi, tek bir patronu vardı. O da Erol Simavi idi.
Ne varki Simavi’nin çevresinde halkalananlar, ‘’Gazetenin sahibi sen misin, yoksa Nezih mi?’’ sorusunu sıklıkla sormaya başlamıştı.
Bu durum Erol Simavi’de rahatsızlık yarattı.
Nezih Demirkent cephesine bakıldığında, 11 yıl genel müdürlük yaptığı Hürriyet’i, kurum haline getirmek istiyor, çalışanların Hürriyet’i bağımsız olarak yönetmesinin yollarını açmaya çalışıyor, Hürriyet’in bir aile şirketi olmaktan çıkarılmasının şart olduğuna inanıyordu.
Erol Simavi’yi ikna ederek Hürriyet Vakfı’nı kurdurması, bunun ilk adımlarıydı.
Nezih Demirkent’in bir rahatsızlığı da, Hürriyet’in iç işleyişi ile bazı kararların, Divan oteli lobilerinde alınması, otelin berber salonunda Hürriyet’e yönelik dedikoduların dolaşmasıydı.
Ayrıca, Erol Simavi’nin etrafında kümelenen ve gazetecilikle ilgisi olmayan kişilerin gazeteye girip çıkması da, bir başka rahatsızlık konusuydu.
Artık Simavi ve Demirkent arasında buzdan duvarlar örülmüştü.
Nezih Demirkent, Kenan Evren’in ilk yurt dışı seyahatine Necati Zincirkıran ile katıldığı Pakistan’da, İslamabat’ta kaldıkları İntercontinental otelinde, Simavi’nin işine son verdiği haberini aldı.
Necati Zincirkıran’ı telefonla odasından aradı. ‘’Şef sana kadar gelebilir miyim’’dedi.
Bundan sonrasını Necati Zincirkıran, hatıralarını yazdığı ‘’Genel Yayın Müdürü’’ adlı kitabında şöyle anlatıyor:
‘’Az sonra geldi. Ağlıyordu. Benim işimi bitirdiler dedi.
Üzme tatlı canını Babıali’de bunlar olağan şeylerdir diye teselli etmeye çalıştım.
Sen Hürriyet’te benden sonra 10 yıldan fazla hizmet ettin.
Çokta iş yaptın. Biliyorsun Erol Simavi’nin kimseyle uzun süre beraberliği olmaz.
Bunu sana daha evvel de söylemiştim.
Erol bey çok başarılı insanları kıskanır.
Senin de Hürriyet’te öne çıkmandan rahatsız olmuş olabilir’

Necati Zincirkıran’ın ’Genel Yayın Müdürü’’ (Olaylar, anılar, gerçekler-2013 Epsilon yayınları) kitabındaki yorumu ‘şöyle:
‘’1969 yılında Zincirkıran’ı en güçlü olduğu dönemde ‘’Burada patron benim’’ diyerek görevden alan Simavi, bu sefer de Nezih Demirkent’e ‘’Patron benim’’ diyordu.
Nezih Demirkent, Simavi’nin gazete sahipliğini neredeyse bastıracak kadar ön plana çıkmıştı.
Bir takım insanların
‘’Sen burada gazete sahibi gibi kendini avut.
Gazetenin asıl sahibi Nezih’’ gibi sözler söylediklerini duyuyorduk.
Oysa Erol Simavi, benden sonra göreve gelen Nezih Demirkent için iyi şeyler düşünüyor
‘’Benim paramı, benden çok koruyan adam’’ diyordu.
Onun işine son verirken, bu defa parasını koruyan adamı, Hürriyet’teki görevini suistimal ederek, ticari kazanç sağlamakla itham etmişti’’

Nezih Demirkent İstanbul’a dönüşünde Erol Simavi ile karşılıklı nezaket kuralları içinde bir araya geldi.
Simavi Nezih Beye, başka gazetelerde çalışmaması şartı ile ömür boyu bakma teklifi yaptı.
Nezih bey ise, ‘’11 yıllık tazminatım karşılığında Dünya gazetesini bana verin. Hürriyet’te buna ortak olsun’’ teklifini sundu.
Erol Simavi biraz düşündükten sonra, bu teklifi kabul etti.
1981 yılında Orhan Birgit’in başında bulunduğu Dünya, sol tandanslı yayın yapan bir gazeteydi.
Tirajı 1500 civarındaydı.
12 Eylül sonrası askerlerin Dünya’nın yayınlardan rahatsız olması ve oluşan asker tepkisinin Hürriyet gazetesine doğru yönelmesi üzerine Nezih Demirkent, kulvar değiştirerek Dünya’yı ekonomi gazetesine dönüştürdü.
Bu değişim Dünya gazetesine okuyucu kazandırdı.
Ekonomi gazeteciliği Babıali’de de bir yenilikti.
Nitekim kısa sürede Dünya’nın tirajı 42 binlere ulaştı.
Bu da ‘’Demirkent mucizesi’’ idi.
Patron kelimesine karşı olan Nezih Demirkent, ‘’Beni Dünya zoraki patron yaptı’’ diyordu.
Nezih Demirkent, her şeye rağmen Hürriyet’ten buruk ayrıldı.
11 yıl birlikte olduğu çalışanlarına, isim isim gönderdiği ve kendi el yazısı ile yazdığı mesaj ile veda etti.
Bir kart vizite yazdığı veda mesajı şöyleydi:
‘’1 Aralık 1981 günü görevimden ayrılıyorum.
Bugüne kadar yaptığımız müşterek çalışma için teşekkürü borç bilirim.
Hürriyet’i Hürriyet yapan sizlerin büyüklüğü, benim en büyük iftiharım olacak ve gönlüm daima Hürriyetin büyüklüğünde kalacak.
Nezih Demirkent”

Büyük ustanın ruhu şad olsun..

Cemil Özyıldırım