Fotoğraftaki izcilerden biri de Mehmet Ali Yula.. Atatürk, Anıtkabir’de toprağa verilirken naaşında nöbet tutmuş. Efsane gazeteci ilk kez açıkladı

Atatürk, Anıtkabir’de toprağa verilirken naaşında nöbet tutmuş.
Hürriyet Gazetesi’nin efsanevi İstihbarat Şefi Mehmet Ali Yula’nın ortaokulda ‘İzciyken’ Atatürk’ün tabutu önünde nöbet tutmuş.

(Biz seni boşuna sevmemişiz Şef.. Orhan Can)

Sevilen gazeteci 1953 yılında yaşadığı o anları aynı heyecan ile “ASLA UNUTULMAYACAK BİR ANI..!” başlığında şöyle anlattı:

ASLA UNUTULMAYACAK BİR ANI..!
—————————————————

Ankara’da Namık Kemal Ortaokulu’nda okuyordum. 1953 yılıydı…

…Ve bu, yalnızca benim için değil, pek çok kişi için de unutulmaz bir yıldı.

Hele o sıralar Ankara’da yaşayanlar için.

Bunların nedeni; O’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, Ebedi Şef’in, Ankara’nın bir tepesine kurulmuş muhteşem Anıtkabir’ine nakledilecek olmasıydı. O kutsal cenaze, geçici olarak bulunduğu Etnografya Müzesi’nden alınarak, nihai istirahatgâhına konulacaktı.

Onbinlerce başkası gibi, ben de kendimi adeta ‘seçilmiş’ hissediyordum. İzciydim ve okul oymağı, Cenaze Töreni’ne katılacaktı.

Kısa yaşantım boyunca benliğim; O’nunla ilgili duyduklarımla, gördüğüm fotoğraflar ve siyah-beyaz filmlerle dolup taşmıştı. Baba evimde duvarda asılı yağlıboya resmine her baktığımda, bu olağanüstü adamın temellerini attığı bir ülkede doğmuş olmanın gururu dolmuştu içime… Her yılın 10 Kasım’ında; onbinlerce başkası gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştım, O hala yaşamadığı için.

…Ve yaşamımın en erken kabullendiğim sorumluluğu, kendini O’nun Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet ettiği kişilerden biri olarak görmeye başlamam olmuştu.

Tören’in yapılacağı 10 Kasım günü yaklaştıkça, daha da artıyordu heyecanım. Üstelik; giderek coşkuya dönüşme eğilimi gösteren bir heyecandı bu. Uyumakta bile zorlanıyordum geceleri…

Sonra öyle bir şey olmuştu ki, kendim mutluluktan çıldıracak gibi hissetmiştim…

Programa göre; 8 Kasım günü Etnografya Müzesi’ndeki sanduka açılacak ve O’nun naşı, Anıtkabir yolculuğu sırasında içinde olacağı yeni tabuta nakledilecekti.
Sonra da, tıpkı öldüğünde Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi, ziyaretçilerin gelip önünde saygı duruşu yapmasına olanak verilecekti. Ama beni asıl uçuran, tüm bu süreç içinde tabutun çevresinde nöbet tutacak izciler arasına seçilmiş olmamdı.
Tanrım; bundan daha güzel, bundan daha onur verici ne olabilirdi ki..?

Koşarak gitmiştim o gün okuldan eve. Salona girip o yağlıboya resmin karşısına oturmuş ve annem gelene kadar da yerimden kıpırdamamıştım.

“Biliyor musun annecim?” demiştim yorgun argın annem eve geldiğinde de, “Bugün benim hayatımın en önemli günü. Ata’nın huzurunda nöbet tutacağım. Ayrıca karar verdim, her şeyi bir kenara bırakıp, Nutuk’u okuyacağım.”

Aslında ben de biliyordum bunun pek kolay olmayacağını. En azından lügat kullanmadan yapamayacağım bir işti bu. Ama kararımı vermişti işte. Ne pahasına olursa olsun okuyacaktım.

9 Kasım günü, okulun Beden Eğitimi Öğretmeni ve Oymak Beyi Ahmet Hoca 7 arkadaşımla birlikte beni de karşısına almış ve kıyafetlerimizi ince ayrıntısına kadar incelemişti. En küçük bir kırışıklık bile kabul edilmeyecekti. Madem ki Ulu Önder’in huzurunda nöbet tutacaklardı, kusursuz olmalıydılar.

Öğlene doğru hep birlikte gittik Etnografya Müzesi’ne. Kızılay’dan Atatürk Bulvarı’na çıkıp, gururla yürüyerek hem de. Tam bir insan seli bekliyordu bizi Müze’nin önünde.

Derin bir sessizlikle sıraya girip, Ata’larının önünden geçmek için sabırsızlanan, pırıl pırıl insanlar. Onlar da tertemiz, özenle giyinmişlerdi. Herkes O’na Cumhuriyet’i kurarken koyduğu hedeflere ulaşılmış olduğunu kanıtlamak istiyordu sanki.

Nöbetten önce bizi içeri almışlar ve Namık Kemal Ortaokulu Oymağı olarak, Ata’nın önünden geçmemize izin vermişlerdi.
Katafalkın üstündeki ipek bayrağa sarılı tabutun önüne geldiğimizde, sağ ve sol başucunda birer heykel gibi hiç kımıldamadan duran askerle takılmıştı gözlerim. İkisi de uzun boyluydular. İkisinin de yanakları sırılsıklamdı. Öylece dimdik duruyor, sessizce ve hiçbir utanma belirtisi göstermeden ağlıyorlardı. Bunu fark etmek yetmişti bana. Gözlerim akmaya başladığında, hemen arkandan sınıf arkadaşı Dilek’e bakmıştım. Hıçkırıklara boğulmuş, hüngür hüngür ağlıyordu kız da.

Sonra Ahmet Hoca bizi Müze’nin alt katındaki bir salona götürmüştü. Başka okullardan gelen izcilerle birlikte, burada nöbet sırasının bize gelmesini bekleyeceklerdi.
Oturacak yer yoktu. Hep birlikte öylece dikilmiş, birbirlerine bakarak ağlıyorlardı. Tıpkı diğerleri gibi.

“Bakın çocuklar,” demişti sonra Ahmet Hoca, “Sizi anlıyorum. Ama bir şeyi aklınızdan çıkarmayın lütfen. Nöbet sırası bize geldiğinde, hepimiz kendimize hâkim olmak zorundayız. Yanlış anlamayın beni. Size ağlamamanız gerektiğini söylemiyorum asla. Elbette ki ağlayacaksınız. Ama ağlamanın da yakışacağı bir duruş sergilemenizi istiyorum sizden, nöbet tutarken.
O askerleri hatırlıyorsunuz değil mi? Onlar gibi işte. Evet biliyorum, zor bir şey bu.
Ama tıpkı Ata’mızın dediği gibi, muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”

Sanki sihirli sözcüklerdi bunlar.

İkişer ikişer nöbet tutacaktık ve yaşlarımız küçük olduğu için, nöbet süreleri yalnızca 15’er dakika olarak belirlenmişti. Hiçbirimiz de Ahmet Hoca’nın yüzünü kara çıkartmamıştık nöbet sırasında. Benim için inanılmaz bir an olmuştu nöbet. İçimin acıyla kavrulduğu, ama aynı anda göğsünün gururla kabardığı müthiş bir an…

Ertesi gün de tüm Oymak Cenaze Töreni’ne katılmıştı.
Burada da, yaşlarının küçük olmasından kaynaklanan bir avantajımız vardı.
Harp Okulu öğrencilerinin çektiği top arabasına yüklenmiş tabuta çok yakındı Tören Kıtası’ndaki yerimiz. Hiçbirimiz gözlerini bu muhteşem manzaradan ayıramamıştı yol boyunca.

Sonra Anıtkabir’e ulaşılmış ve tabut mozolenin önündeki mermer katafalka yerleştirilmişti. Alanı dolduran binlerce kişiyle birlikte, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın konuşmasını dinledik, sonra da tabutun oradan alınıp mozolenin bodrumundaki mezar odasına götürülüşünü izledik. Bunun kapısı tunçtan bir oda olduğunu, okuduklarımızdan biliyorlardı.
En sonunda da, mozoleye girip tam o odanın üstüne yerleştirilmiş büyük mermer taşın önünden saygıyla geçmiştik hep birlikte.

Sonunda eve döndüğümde annemle babam beni bekliyorlardı.
Gidip önlerinde durmuştum dimdik.

“Oğlunuz, Ata’sına görevini yerine getirmiş bir Cumhuriyet çocuğudur artık,” demiştim sonra da, “Bununla gurur duyuyorum. Annecim ve babacım, siz de oğlunuzla gurur duyabilirsiniz!”

Mehmet Ali Yula