Kuşbeyaz.. Gazeteci Yazar Mehmet Ali Yula’nın belgesel/romanını okumadan Olef Palme cinayetini ve Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını çözemezsiniz

Mehmet Ali Yula

BU BİR ROMANDIR… YALNIZCA BİR ROMAN!
ANLATILAN OLAYLARIN TÜMÜYLE GERÇEĞE DAYANMASI İSE BAMBAŞKA BİR KONUDUR.
KARAKTERLERİN TAMAMI DA; BİR KISMININ İSMİ HAFİFÇE DEĞİŞTİRİLMİŞ BİLE OLSA, GERÇEK KİŞİLERDER. NE VAR Kİ; BUNLARIN ARASINDAN “KEŞKE HAYAL ÜRÜNÜ OLSAYDIM” DİYECEKLER ÇIKABİLİR.

Mehmet Ali Yula
NOT: Mehmet Ali Yula eski Hürriyet Gazetesi’nin efsane İstihbarat Şefi’dir..

AVRUPA’NIN KADİM DÜŞMANI: TÜRKLER

Tanıştıklarında 60 yaşının üstündeydi İsveçli Profesör Jan-Erik Samuelsson. Avrupa tarihi uzmanıydı. Bir dost toplantısında ilk kez karşılaşmışlar, birbirlerini sevmişler ve defalarca oturup konuşmuşlardı. Aslında onu bir “Türk dostu” olarak tanımlamak yanlış olurdu her halde. Ama dürüst, gerçekçi ve düşüncelerini açık söylemekten çekinmeyen biri olduğu kesindi.

“Siz Türkler’in en önemli yanılgılarından biri, Avrupalı olabileceğinizi sanmanız,” demişti bir keresinde, “Hatta eksik söyledim galiba, bunu sanmıyorsunuz çünkü. Yürekten inanıyorsunuz.”

“İyi de Jan-Erik, Türkiye’nin bir bölümü, coğrafi olarak baktığımızda, Avrupa’da biliyorsun,” demişti Cengiz, “Bunu unutuyorsun galiba.”

“Hayır dostum unutmuyorum. Nasıl unutabilirim ki. Bu en önemli unsurlardan biri. Ama senin sandığın gibi, Türkler’in Avrupalı olduğunu kanıtlayabileceği açısından değil. Tam tersine, Türkler’in neden Avrupalı olmaması gerektiğini göstermesi açısından önemli bir gerçek bu.”

“Nasıl yani? Biraz açar mısın Jan-Erik?”

“Galiba en başından başlayarak anlatmam gerekiyor dostum. Çünkü sorunun en önemli yeri, çıkış noktası doğal olarak. Biliyor musun, Türkler Avrupa’daki pek çok gelişmenin temel nedeni, bir anlamda tetikleyicisi olmuşlardır tarih boyunca. Dünyayı değiştiren iki önemli olayın, reform ve Rönesans hareketlerinin itici gücü Türkler olmuştur mesela.”

“İyi ya, demek ki Türkler Avrupalılar için faydalı olmuşlar. Bunun için bize minnet borcu olması gerekmez mi Avrupa’nın?” diye sormuştu o zaman Cengiz, “Ama sen tutup bizim Avrupalı olmaya çalışmamızı, içine düştüğümüz en büyük yanılgı olarak tanımlıyorsun. Bence çelişkili bir durum bu.”

“Dostum acele etme. Bırak da anlatayım. Ya da istersen en önce şu katı gerçeği söyleyeyim sana. Türkler, Avrupa’nın kadim düşmanıdır. Ama yanlış anlama yine beni. Siz düşmanca duygular besliyorsunuz demek istemiyorum. Biz Avrupalılar bunu böyle algılıyoruz. Hatta bu da az oldu, algılamıyoruz. Bu inanç, adeta bizim genlerimize işlemiş durumda.”

“Abartıyor gibisin sanki Jan-Erik.”

“Abartmıyorum. Yoksa sen sıradan bir Avrupalı’nın ‘Türk’ dendiğinde ne anladığının farkında değil misin dostum? Çok klişe gibi gelecek ama; İtalya’da, özellikle de İtalya’nın Güney kesimlerinde, bugün bile annelerin çocuklarını ‘Türkler geliyor’ diye korkuttuklarını unuttun mu?”

“Şaka yapıyorsun değil mi Jan-Erik?”

“Hayır dostum, asla şaka yapmıyorum. Bak şimdi, bu söz nereden geliyor hiç düşündün mü?”

“Tahmin edebiliyorum,” demişti o zaman Cengiz, “İtalya’nın küçük şehir devletleri halinde yaşadığı dönemlerdeki deniz savaşları, denizden gelen istila girişimleri filan olmalı bunların nedeni.”

“Doğru yoldasın dostum. Doğru yoldasın. Ama bu bütünün küçücük bir parçası yalnızca. Bir kere kesinlikle başlangıç noktası değil. Daha öncelere, çok daha öncelere dayanıyor bu. Şimdi bak, ortalama Avrupalı’nın hiç hoşlanmadığı, barbar olarak tanımladığı iki kavim var. Biri; her yere saldıran, işgal eden ve ele geçirdiği herşeyi yakıp yıkıp yok eden Vandallar. Onların bu davranışları giderek öylesine büyük bir nefret yerleştirmiş ki ortalama Avrupalı’nın benliğine; yakıp yıkma, yok etme eğilimini kısaca Vandalizm olarak tanımlayıp, dillerine yerleştirmişler. Sözünü ettiğim ikinci kavim ise Türkler dostum. Ne yazık ki.”

“Bir dakika Jan-Erik. Şimdi sen herhalde Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme döneminde Avrupa’daki savaşlarını, fetihlerini kastediyorsun ama…”

“Hayır dostum, acele etme,” demişti İsveçli profesör, “Elbette ki önemli Osmanlı’nın o dönemde yaptıkları ama, bu işin daha sonra ortaya çıkan ve yalnızca daha önceden varılmış yargıları desteklemeye yarayan bölümü. Gerçek başlangıç anını bulabilmek için; Hun İmparatorluğu’na ve bugün bile sıradan her Avrupalı’nın adını duyduğunda yüzünün buruşmasına neden olan İmparator Atilla’ya kadar geriye dönmemiz gerekiyor. Tıpkı Vandallar gibi; herkesi öldüren, yakıp yıkan, yok eden bir kavim olarak algılanır Hunlar Avrupa’da. Olaya bu açıdan bakınca, İmparator Atilla’nın da tüm bu barbarlıkların, kötülüklerin başı olarak görülmesi kaçınılmaz oluyor. Ama ben biliyorum ki, siz Türkler, bugün bile Atilla’yı bambaşka bir yere koyuyorsunuz. O sizin için bir kahraman. Bir fatih. Hatta bir idol.”

“Evet,” demişti Cengiz, “Atilla bizim için adı iftiharla anılması gereken biri gerçekten de”

“Biliyorum dostum. Bak sana ilginç bir örnek vereyim. 1974’de Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarttıktan ve operasyonun ilk bölümünü tamamladıktan sonra geçici bir güvenlik hattı oluşturmuştu, hatırlarsın. Türk yetkililer Kıbrıs’a asker çıkarmalarının, oraya barış götürmek isteklerinden kaynaklandığı söylüyorlardı herkese. Ama kurulan bu geçici güvenlik hattının adını “Atilla” koymuşlardı. İnanılmaz bir hataydı bu bence. Barışı götürmek iddiasıyla asker çıkardığın bir ülkedeki güvenlik hattının adı Atilla olursa, hiç bir Avrupalı senin gerçekten barışı amaçladığına inanmaz, hatta istese de inanamaz. Çünkü Atilla demek; onun gözünde savaş demek, işgal demek, ölüm demek, yakılıp yıkılmak demek, yok edilmek demek anlamına geliyor. Yüzyıllardan beri inandığı gibi yani.”

“Olaya hiç böyle bakmamıştım Jan-Erik.”

“Biliyorum dostum. Yalnız sen değil, belki de hiç bir Türk bakmamıştır bu açıdan. Neyse, konumuz Kıbrıs’daki stratejik isimleme hatası değildi zaten. Türklerin Avrupa’nın kadim düşmanı olmasından ve bunun Avrupa’daki pek çok olumlu gelişmenin tetikleyicisi olmasından söz ediyorduk. Hemen göze çarpan, Türkler’in bu işlevlerinin hiç farkına varmamış olmaları. Küçük ve bağımsız prensliklerin, beyliklerin birleşerek ilk ulus devletçikleri oluşturmaya girişmelerinin nedeni, Türk istilasını durdurmak için değil mi? Avrupa’nın güçlenmeye başladığı andan söz ediyorum şu anda ben. Güçlenmeye ve buna güvenerek direnmeye başladığı andan. Bunlar, günümüzün güçlü Avrupa’sının kuruluşu yönünde atılan ilk adımlardı. Başarılı olmanın getirdiği güven duygusu, giderek Rönesans ve Reform’un yolunu açtı sonunda. Ve dostum, tüm bunlar, kadim düşman Türkler’e karşı bir savunma oluşturabilmek için atılan ilk adımlar olarak, ondan sonraki adımları hazırladı yani. Osmanlı dönemi ise bir anlamda Türk tehdidini hep gündemde tutarak, Avrupa açısından olumlu gelişmelerin bir tür süreklilik kazanmasını sağladı.”

“İlginç şeyler söylüyorsun Jan-Erik,”demişti Cengiz o zaman, “Ama bu Osmanlı tarafını algılamakta biraz zorlanıyorum doğrusu. Osmanlı Devleti kendini hiç bir zaman “Türk” olarak tanımlamadı ki. Saray’ın gözünde Türk olmak hiç de iyi bir şey değildi üstelik. Onlara göre imparatorluğun adı Devlet-i Osmanî’ydi. Türkler ise yalnızca Anadolu’da yaşayan bir tür azınlık gibiydi. Bu durumda nasıl oluyor da Avrupa Osmanlı’yı Türk olarak nitelendirilebiliyor peki? Bence çarpık bir şeyler söz konusu burada.”

“Saray’ın imparatorluğu nasıl nitelendirdiğinin Avrupa açısından hiç önemi yoktu ki dostum. Sonuçta Osmanlı Doğu’dan gelen tehdidin mirasçısıydı. Ve Doğu’dan gelebilecek tek tehdit de Türk tehdidiydi. Tüm o haçlı seferleri bu tehdidi durdurmayı amaçlamamış mıydı zaten.
Evet, Osmanlı Sarayı kendini Türk olarak nitelemiyordu ama, Avrupa onları öyle niteliyordu. İngiltere’den başlayarak tüm Avrupalı uluslar, Osmanlıdan söz ederken kısaca ‘Türkler’ diyordu.
Ve düşünecek olursak sen ciddi oranda haklısın aslında. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun en vurucu, en gaddar ve acımasız askeri gücü bile Türkler’den oluşmuyordu.
Bir anlamda günümüzün çok uluslu şirketleri gibiydi Osmanlı. Bulabilecekleri en yırtıcı ve gaddar insan gücünün Sırbistan’da olduğunu çok erken bir evrede keşfetmişlerdi örneğin. Sistematik olarak oradan toparlayıp İstanbul’a getirdikleri genç Sırp çocuklarını eğitip Müslümanlaştırarak Yeniçeriler denilen o muhteşem savaş makinesini yaratmışlardı. Yani Avrupalı’nın korkunç bir saldırgan olarak gördüğü Osmanlı Ordusu’nun aslında Avrupalılar’dan oluşması bile, ortalama Avrupalı’nın adeta genlerine işlemiş algılama biçimini etkilemiyordu. Tarihin daha sonraki evrelerinde bunu değerlendiren Avrupalılar da oldu elbette ki. Bunun getirdiği sonuç ise yalnızca Balkan ülkelerinin de dışlanmasına, bir türlü Anti-Avrupalı olarak algılanmasına yönelik düşünce akımlarının ortaya çıkmasından öteye geçemedi.”

     Cengiz susmuş ve İsveçli profesörün söylediklerini sindirmeye çalışmıştı süre. Kulağa aykırı gelen, rahatsız edici, adeta insanı kahreden şeyler söylüyordu adam.

“Peki ama,” demişti sonra da, “Artık tüm bunların bitmiş olması gerekmiyor mu Jan-Erik? Tamam, tarih böyleymiş, ya da en azından Avrupa’da böyle algılanmış. Ama şu andaki durumun bambaşka olduğunu unutuyor gibisin sanki. Artık Batılı anlamda uygar, ya da en azından tüm gücüyle öyle olmaya çabalayan bir Türkiye Cumhuriyeti söz konusu. Bambaşka bir Devlet yani. Batı’nın en önemli ittifaklarından birinin, NATO’nun, en azından askeri açıdan yeri doldurulamaz üyesi bu Devlet. Bunu yok sayıp hala Türkler’i kadim düşman olarak tanımlamak, biraz insafsızlık olmuyor mu şimdi?”

“Aslında sorduğun sorunun yanıtı da içinde dostum. Askeri açıdan yeri doldurulamaz, evet. Ama düşünürsen bu, Osmanlı’nın Sırplar’la ilgili düşüncesini getiriyor akla. Yani, kontrol altına alınmazsa tehlikeli olabilecek, ama kontrol edilebilirse sayısız faydaları olabilecek bir güçten söz ediyoruz. Avrupa’da, şu anda bunu yapıyor zaten. Bu gücü kontrol altında tutuyor. Bunun için ne yapması gerekirse onu yapıyor. Sınırlı bir hoş tutma ile Türkiye’yi el altında bulundurmak, ama bunu asla kontrolü kaçıracak boyuta getirmemek. Bugünkü tutumu bu Avrupa’nın.”

“Ama,” diye itiraz etmişti o zaman Cengiz, “Biliyorsun Türkiye Ortak Pazar’a girmek için başvurdu. Bununla ilgili olarak 1968’de Ankara Anlaşması imza altına alındı. Bu nasıl oluyor peki?”

“Dostum, ne kadar iyi niyetlisin. Evet, bir Ankara Anlaşması var biliyorum. Ama sen de söyledin ki, bu 1968’de imzalandı. Yani neredeyse on yıl geçti aradan. Peki, Türkiye Ortak Pazar’a üye oldu mu bu arada? Ya da, ‘o anlaşmada vadedilen herhangi bir şeyi alabildi mi’ diye sorayım eğer istersen. İşte sana az önce sözünü ettiğim o ‘sınırlı hoş tutma’ kavramının en çarpıcı örneklerinden biri. İşin en çarpıcı yönü de, senin ülkendeki siyasetçilerin çoğunluğunun bu durumu kavramıyor olması. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenizin tümüyle yok edilmesini mucizevî bir biçimde engelleyen müthiş lideriniz, yani Atatürk, sanki sezmiş gibi uyarmıştı da hepinizi. Hatırla bak, gelecekti olası tehlike ve tehditlere karşı uyanık olunmasını vurguladığı o sözlerini. Ne demişti? Eğer yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi galiba. ‘İktidardakiler, gaflet, delalet ve hıyanet içinde bulunabilirler.’ Böyleydi değil mi? Üzgünüm ama senin ülkeni yönetenler; hıyanet diyemem elbette ki ama, en azından gaflet içindeler bu açılardan.”

“Jan-Erik, sen bana Türkiye’nin hiç bir zaman Ortak Pazar üyesi olamayacağını mı söylemek istiyorsun yani? Kısacası ve daha da kötü bakarsak, açıkçası bu mu yani?”

“Aynen böyle dostum. Ne yazık ki böyle.
Zaman zaman Avrupa ülkelerinde Türkiye ve Türkler’e sıcak bakabilecek siyasetçiler çıkabilir elbette ki.
Ama inan ki,
hâkim güçler Türkiye’nin Avrupa’ya bu kadar yakınlaşmasına, bir anlamda içine girmesine asla izin vermeyecektir. Asla!”
…….
Gazeteci yazar Mehmet Ali Yula’nın yazdığı Olof  Palme Cinayeti ‘Kuşbeyaz’ adlı belgesel romanının ön sözünün giriş cümlesi, dünden bugüne bir projeksiyon tutuyor.
Yula, bugünün belge ve bulgularıyla dünü irdeliyor.
Yula, kitabın önsözünde yaptığı saptamayla, günümüz Türkiyesi’nin kısa bir özetini veriyor:
“Türkiye uzun süreden beridir giderek sıkışan bir kıskacın içinde. Kimimizin farkında olduğu, ne yazık ki, büyük çoğunluğun ne olup bittiğini pek de anlayamadığı, hatta belki de “anlaması gerektiğini” bile fark etmediği bir fiili durum söz konusu.”

Esrarengiz bir ölüm

Yula’nın, Olof Palme Cinayeti’ni irdeleyen belgesel romanıı Milenyum Yayınları’ndan çıktı. Yula,  Olaf  Palme Cinayeti “Kuşbeyaz” adlı yapıtında esrarengiz bir şekilde öldürülen İsveç Başbakanı Olaf  Palme ile ilgili belgeleri, bir roman tadıyla birleştiriyor. Kitap edebiyatımızın  kısır olduğu belgesel/roman  alanında dikkat çeken bir yapıt. Roman ilginç olayları ustaca birbirine bağlıyor ve bir o kadar da insanı analiz yapmaya zorluyor.
Ayrıca o dönemin ve siyasi gelişmelerini de edebiyatçı/ gazeteci gözüyle anlatıyor.
Kitabın önsözü ise son derece ilginç.
Yula kitabı ve romanın kahramanlarıyla ilgilii belirlemelerini özetle şöyle yapmış:�

Önsözdeki tespitler

“Tarihe şöyle bir baktığımızda; insanları kısaca ikiye ayrıldığını görürüz. Yönetenler ve yönetilenler.
Yönetilenlerin algılama yeteneklerini kimi zaman isteyerek, kimi zaman  da bilinç dışı kapatarak yaşadıklarını, zaten algılamadıkları temel sorunları, hiç analiz etmediklerini görüyoruz.
Bu da yönetenlerin gücüne güç katıyor.
Yönetenler kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda oluşturdukları yapay analizleri ortaya koyma ve  daha kolay yönetme olanağı buluyor.”
Yula’nın bu psiko/politik yorumu kitabı daha bir ilginç kılıyor.
Çünkü ön sözdeki bu saptamalarla romanı okurken her bölüm için ayır ayrı analiz yapma ihtiyacını hissediyorsunuz. Romanın bir önsözü o romanı hangi gözle okuyacağınızın bir yol haritasıdır.
Roman , gerçek belgelerin ışığında  yazılmış.
Cinayetin PKK ile olan bağlantısı ve bir siyasi cinayetin karmaşık örgüsü romanın satırları arasında yer almış. Romanı “yol haritası” eşliğinde sürekli analiz yaparak okursanız, siyasi cinayetlerle ilgili önemli ipuçlarını yakalayabilirsiniz.

Aslında, romanda anlatılanlar bir gazetecinin dip notlarını da içeriyor.
Olof Palme Cinayet “Kuşbeyaz”ı okuduktan sonra karmaşık yumağın ucunu aramaya başlayabilirsiniz.
Şahinlerin, güvercinleri nasıl parçaladığını ve her şeyin ne kadar çabuk unutulacağını anlatıyor bu roman.
Roman edebiyatımız için önemli, çünkü gerçek olayların anı/roman veya belgesel/roman türünün parlak bir örneği. Roman siyasi cinayetlerin mantığını kavrayabilmek adına önemli.
Roman, iç ve dış siyasetin analizi için ışık tutması açısından önemli.
Kısaca “Olaf Palme Cinayeti” sadece bir roman değil…
O nedenle okunmalı.

MEHMET ALİ YULA KİMDİR?

1965 yılında Ankara’da gazeteciliğe başlayan Mehmet Ali Yula, 1970 yılında Hürriyet Gazetesi Almanya baskıları bölümüne geçti.
1972 yılında Hürriyet Gazetesi’nin İskandinav ülkeleri temsilciliğine getirildi.
Diplomatik misyon kategorisinde görev yaptı ve İsveç basın kartı aldı.
1977 Hürriyet’teki görevine ek olarak, İsveç Devlet Radyosu’nda  yapımcı/yöneticiliğine atandı.
1982’de Türkiye’ye döndü, Hürriyet’te dış haberler şefliği görevini üstlendi.
1985’te Başbakan Olof Palme’nin  öldürülmesiyle yeniden İsveç’e döndü ve bir yıl daha orada kaldı.
Daha sonra Almanya Frankfurt’ta görev alan  Yula, 1990 yılında yeniden İstanbul’a döndü ve Hürriyet İstihbarat Şefliği görevine atandı.
Bir yıl sonra; önce Nokta Dergisi’nde daha sonra Akis Dergisi’nde  genel yayın müdürlüğü görevlerinde bulundu. İnter Star TV’sinde birbirinden ilginç programlara imza attı, uzun süre ilgiyle izlenen Kırmızı Koltuk programının yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi.

OLOF PALME KİMDİR?

Olof Palme,
(d. 31 Ocak 1927 – ö. 28 Şubat 1986), İsveçli siyasetçi ve devlet adamı.
1948’de Stokholm Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi.
1949 yılı başlarında İsveç Öğrenci Birlikleri Federasyonu’nun dış ilişkiler bürosunda görev aldı. 1952’de İsveç Öğrenci Birliği Federasyonu başkanlığına getirildi.
1951 yılında Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
İsveç ve İskandinav Sosyal Demokrasisinin orta yol politikasının içindeydi ve siyasi görüşleri Willy Brandt ve Bülent Ecevit ile Ulusal Sol çizgide olan Palme siyasi kariyerine İsveç Ulusal Öğrenci Birliği’nin (SFS) başkanı olarak başladı. Olof Palme 1963 yılında Devlet Bakanı (Portföysüz Bakan), 1965 yılında Ulaştırma ve İletişim Bakanı, 1967’de Eğitim ve Kültür İşleri Bakanı ve 1969’da da Tage Erlander’den sonra Parti Başkanlığına getirilmesi üzerine İsveç Başbakanı olmuştur.
Özellikle Üçüncü Dünya içerisinde aktif rol oynamış ve oradaki ulusal hareketler ile Batı’daki Sosyal Demokratlar arasında bir köprü görevi üstlenmiştir
28 Şubat 1986 gecesi eşi ve oğlu ile sinemadan evine her zaman olduğu gibi korumasız olarak dönerken faili meçhul bir cinayete kurban gitti.
Palme’nin cinayet davasından yargılanıp daha sonra aklanan tek zanlı Christer Pettersson 16 Eylül 2004’te esrarengiz bir biçimde öldü.
Cinayeti PKK’nın işlediği iddiaları dünya kamuoyunu günlerce meşgul etti.
Kanıtlanmasa bile cinayeti PKK’nın işlediğine dair inanç hâlâ gücünü koruyor.

Kaynak sayfa:

https://kusbeyaz1.blogspot.com/2011/09/avrupanin-kadim-dusmani-turkler.html?fbclid=IwAR0JEw0bpVsd8JWFt4Vytcw_36_OZkkHGpJd9E34KhoLGkVL1d-fa7SiJHw

Mehmet Ali Yula
Orhan Can – Mehmet Ali Yula